AYNUR

          Üniversiteyi bitirip Elektrik Mühendisi oluşundan on dört ay sonra askere gitti, Kerim. Yedek Subay Öğrenci olarak dört ay, Yedek Subay olarak on iki ay olmak üzere on altı ay askerlik yaptı. Askerliği bitince evine dönmeden Konya’ya gitti, okul arkadaşını buldu, iş araştırdı. Şimdilik iş yoktu. Konya’dan Denizli’ye geçti, okul arkadaşını buldu, iş araştırdı. Şimdilik iş yoktu. Her iki arkadaşı da “iş olunca arayacaklarını” söylediler, evin telefon numarasını aldılar.

          On iki ay aldığı Yedek Subay maaşına hemen hemen hiç dokunmamıştı, vadeli hesaba yatırmıştı. Kendisinden başka hiç kimsenin bilmediği bu paraya dokunmuyordu. Piyasada yaptığı elektrik işlerinden kazandığı paralarla zorunlu harcamaları yapıyordu. Bu paraları harcarken Sıkı Para Politikası uyguluyordu. Zorunlu olmadıkça harcamıyordu. Kendisine üst baş alıyordu. Eve kömür almayı da zorunlu harcama olarak görmüştü ve eylülde iki ton kömür almıştı. Bu kömürü almasaydı, babası, odasında soba yakmasına izin vermezdi. Aynur’un istediklerini almak ve kimse görmeden Aynur’un avucuna para sıkıştırmak da Zorunlu Harcamalar kapsamındaydı. Bir de annesinin istedikleri Zorunlu Harcamalar kapsamındaydı.

          Piyasada elektrik işi yaparak kazandığı paradan artan olunca şehre giderdi, Kerim. Önce kitapçıya uğrardı. Rus edebiyatından, Alman edebiyatından ve Nobel Edebiyat Ödülü almış yazarlardan kitaplar sorardı, bulamazdı. Dükkan sahibi “alan yok, onun için getirmiyoruz” derdi. Raflara bakar, Türk Edebiyatından bir roman alırdı. Azalmışlarsa; dolma kalemleri için kırmızı ve mavi mürekkep alırdı, beyaz kağıt alırdı. Kitapçıdan çıkınca pastaneye giderdi. Annesinin çok sevdiği, çaya batıra batıra yediği galetadan birkaç paket alırdı. Aynur’un istediklerini aldıktan sonra bankaya gider, kalan parayı hesabına yatırırdı.

***

          Soba sönmüş, üzerine örttüğü yorgan kayarak yere düşmüştü. Öylece, saatlerce yatmıştı, Kerim. Uyandığında ağrımayan kemiği, sızlamayan dişi yoktu. Başı da çok siddetli ağrıyordu. Sobayı yakması gerekiyordu ama kalkıp sobayı yakacak gücü bulamıyordu, kendinde. Yorganın altına girip vücut ısısıyla ısınmaya karar verdi. El yordamıyla yere düşen yorganı buldu, üzerine örttü, yorganın altına girdi, topak oldu. Yorganın altında sıcak nefesler alıp vererek ısınmaya çalışmanın hiçbir yararı olmuyordu. “Sobayı yakmazsam, soğuktan ölürüm” diye düşündü. Çok az kalmış gücüyle yataktan kalktı, sobayı yaktı.

          Oda ısınınca ağrıların ve sızıların giderek azaldığını hisseti. Çok geçmeden ağrı ve sızılardan eser kalmadı. Pencereyi açtı. Pencerenin alt kısmından giren temiz hava, odanın tozlu ve dumanlı havasını pencerenin üstünden dışarı attı. Pencereden dışarıya sızan ışığın aydınlığında kar yağışı görülüyordu. Odanın lambasını söndürdü, açık pencereye gitti, dışarıya baktı. Yağan karın hışırtısı duyuluyordu. Yoğun kar yağışından dolayı sokak lambalarının ışıkları belli belirsizdi. Deniz dalgalarının birbirine vurduğu iri taşların homurtusu, iki bin metre mesafeden geliyordu ve karanlıkta ürkütüyordu. Sabah ezanı okunmaya başladı. Saate baktı, 06:38’di.

          Bu saatten sonra uyunmazdı. Sobanın üzerinde çay demledi, kahvaltı hazırladı. Kahvaltı bittiğinde hava aydınlanmıştı.  Bir elinde alet çantası, bir elinde iki ayaklı merdiven, Almancı Zeki’nin dükkanlarına doğru yürümeye başladı. Yarım metreyi bulan kara bata çıka yürüyordu. Otuz yıl önce yapılmış dükkanların elektrik tesisatını yenileyecekti. Köylerde görülmemiş büyüklükte bina yaptırmıştı, Almancı Zeki. İki katlı binanın boyu yirmi metre, eni on üç metreydi. Binanın birinci katında dükkanlar vardı: bakkal dükkanı, kasap dükkanı, un ve yem dükkanı, tüp dükkanı, çimento ve kireç dükkanı. Kerim görmemişti ama ikinci katta altı oda olduğu söyleniyordu. Odaların bazıları Alman usulüymüş, banyosu ve tuvaleti içindeymiş.

          Çalışmaya yem dükkanından başladı, Kerim. İki ayaklı merdivenin tepesinde çalışırken, elinde tepsiyle Almancı Zeki’nin karısı geldi. Tepside çay ve bisküvi vardı. Çay soğumasın diye bardağın üzerine çay tabağı kapatmıştı.

-Kolay gelsin, oğlum.

-Sağ ol, abla.

-Sana çay getirdim. Mola ver de soğumadan iç.

          Merdivenin tepesinden inen Kerim, çay bardağını avucunun içine aldı. Hem içiyordu, hem de sıcak bardakla elini ısıtıyordu.

          Almancı Zeki’nin karısı:

-Hava çok soğuk. Bu soğukta çalışabilecek misin, oğlum?

-Çalışırken ısınıyorum.

-Kendine düzenli bir iş arıyor musun?

-Arıyorum, abla. Çeşitli yerlere başvurularım oldu. Oralardan haber bekliyorum.

-Duyduğuma göre birileri, Aynur’u sana yapıyormuş. Doğru mu?

-Öyle bir şey yok, abla. Herkesle yaptığım gibi karşılaşınca Aynur’la da konuşuyorum. Hepsi bu.

-Onların arasına girme, kendini yakma, oğlum. Anasının üzerinden geçmeyen kalmadı. Kız da anasının pabucunu yakında dama atacak gibiymiş. Öyle diyorlar.

-O dedikoduları ben de duyuyorum. Doğru mudur, değil midir, bilmiyorum. Beni ilgilendirmiyor.

-Doğru olmaz mı, oğlum. Ateş olmayan yerden duman çıkar mı? Onlardaki kılık kıyafete baksana, giyim kuşama baksana. Onlar gibi kim giyinebiliyor? Nereden buluyorlar, parayı? O kavat Şeref’in maaşı yeter mi, onları almaya. O kız sana yakışmaz, sizin aileye yakışmaz, oğlum.  Namuslu, şerefli bir ailesiniz, siz. Doğru dürüst bir işin olsaydı benim Nazife’yi verirdim, sana. Dört dörtlüktür, benim kızım. Ev işlerini bilir, bağ bahçe işlerini bilir, inek sağmasını bilir.

-Sağ ol abla. İşe girmeden evlenmeyi düşünmüyorum. Daha doğrusu uzun süre evlenmeyi düşünmüyorum.

-Damat gireyim dersen, hemen vereyim. O zaman işe girmeni istemeyiz. Bizim evde oda çok. İçinde tuvaleti ve banyosu olan bir oda veririm, size. Kimseyi görmezsiniz, kimseyi duymazsınız. Beraber yer, içeriz.

          Almancı Zeki’nin karısı Kerim’i daraltmıştı. Peşin aldığı parayı malzemeye yatırmamış olsaydı; bir dakika durmazdı, işi hemen bırakıp giderdi. Aldığı işi bitirmek zorundaydı. İşi bıraksa, aldığı malzemeleri ne yapardı? Ne olursa olsun bu işi tamamlamak, aldığı malzemeleri tüketmek zorundaydı.

          Simsiyah bulut gökyüzünü kapladı. Akşamın erken saatlerinde, güneşin batmasına iki saat varken ortalık karardı, sokak lambaları yandı. Çok şiddetli şimşek çaktı, mor renkli ışıklar gökyüzünü çatlattı ve her yeri aydınlattı. Ardından gelen gök gürültüsü, binaları yerinden oynattı. Yoğun kar yağışı başladı, göz gözü görmez oldu. Çalışmak istemeyen daha doğrusu gönülsüz çalışan Kerim, bu durumu “işi bırakma fırsatı” olarak gördü. İşi bıraktı, içinde çalıştığı yem dükkanının kapısını kilitledi, anahtarı bakkal dükkanına bıraktı. Bakkalı işleten Almancı Zeki’nin oğluna “yarın sabah geleceğini” söyledi.

          Eve uğramadan amcasının evine gitti. Kapıyı açan yengesine:

-Yenge, amcam evde mi?

-Evde, bir şey mi var?

-Bir şey yok, yenge. Öylesine sordum. Amcamı görmeden seninle biraz konuşmak istiyorum.

-Konuşalım, yavrum. Mutfağa geçelim.

          Mutfağa geçtiler. Konuşulanlar duyulmasın diye kapıyı kapattı, yengesi.

-Aç mısın?

-Açım, yenge. Bugün hiçbir şey yemedim. Açlıktan midem kazınıyor.        

          Masaya şehriye çorbası, etli patates, pilav ve biber turşusu çıkardı, yengesi. Tabaklar tepeleme doldurulmuştu, taşacak gibiydi.

-Buyur, yavrum. Yemeğini ye, karnını doyur, sonra konuşuruz.

          Biraz yedikten sonra mide ezikliği geçen Kerim:

-Şu dedikodulardan bıktım, yenge.

-Hangi dedikodulardan?

-Almancı Zeki’nin dükkanlarında elektrik tesisatını yenileyecektim. Kar demedim, kış demedim, bu sabah gittim, çalışmaya başladım. Almancı Zeki’nin karısı geldi yanıma, çay getirmiş. Bana söylediklerine inanamazsın.

-Neler söyledi?

-Aynur’un annesinin üzerinden geçmeyen kalmamış, Aynur’da pek yakında annesinin pabucunu dama atacak gibiymiş.

          Sinirlenen yengesi:

-Davar güderken onun üzerinden kimlerin geçtiğini çok iyi biliyorum, ben. Kendi kızını sana kakalamak için söylemiştir, onları.

-“O kız sizin aileye yakışmaz” dedi.

-Niye yakışmasın? Ne üstünlüğü varmış, bizim ailenin?

-Kafam çok karışık, ne yapacağımı bilemiyorum. Bazen “dedikodulara aldırma” diyorum. Bazen de “çek git, buralardan” diyorum.

-Yavrum. O dedikoduların hiç birisi doğru değil. Doğru olsalar, sana söylemez miyim sanıyorsun?

-Doğru değilse neden bitmiyor bu dedikodular, yenge?

-Bak yavrum. Bizim köylerin kadınları kızları, erkek görünce suratlarını asarlar, başlarını eğerler, yan yan yürürler. Bunlar öyle değil ki. Kimi görseler günaydın derler, iyi günler derler, iyi akşamlar derler, merhaba derler, nasılsınız derler. Dedikodular, buradan çıkıyor. Dedikoduları çıkaranlar Aynur’u havada kaparlar, bir de Rablerine şükür namazı kılarlar.

-Doğru mu söylüyorsun, yenge?

-Doğru söylüyorum, yavrum. Kıskanıyorlar, onları. Onların yaptıklarını yapmaya can atıyorlar, beceremiyorlar. Onların giydiklerini giymeye can atıyorlar, beceremiyorlar. Beceremeyince, dedikodu yapıyorlar. Kendime güvenmem, Aynur’a güvenirim. Sevimli, cana yakın, çok tatlı bir kız. Bana demediğini bırakmıyor. Orospu diyor, aptal diyor, alçak diyor, salak diyor, geri zekalı diyor. O kadar temiz ki, kızamıyorum ona.

-İçimi rahatlattın, yenge.

-Beni bırak. O dedikodular doğru olsa, amcan söylemez mi sana? Bizim çocuğumuz olmadı, yavrum. Amcan deli gibi seviyor, seni. Üniversiteyi kazandığında yeni giysiler almıştı, kendisine. Yollarda dimdik yürümüştü. Üflesen, yıkılacaktı.

-Biliyorum, yenge. Çok para vermişti, bana.

-Parayı ne yapacağız, biz? Sana vermeyecek de kime verecek?

-Amcamın da, senin de iyiliklerini unutamam.

          Tabaktaki yemeğin azaldığını gören Fatma yengisi:

-Doydun mu, yavrum? Yemek var. İstediğin kadar yiyebilirsin.

-Biraz daha yiyebilirim, yenge.

          Tepeleme doldurduğu etli patates tabağını masaya koyan Fatma yengesi:

-Kendi kızını sana kakalamak için öyle konuşmuştur.

-Bana da öyle geliyor. Kızını övüp durmuştu.

          Kerim’in yemekleri bitirdiğini gören Fatma yengesi:         

-Kalk, amcanın yanına gidelim. Çayı, orada içeriz.

          Kerim, Ali amcasının elini öptü. Ali amcası da Kerim’i yanaklarından öptü.

          Fatma yengesi Kerim’in bugün yaşadıklarını anlattı. Kerim de “buralardan çekip gitme” niyetini açıkladı.

          Aynur hakkındaki dedikoduları çoktandır duyan Ali amcası, Kerimi dinledikten sonra:

-O namussuzları, o utanmazları dinleme, oğlum. Onlara kanarak ileride çok pişman olacağın adımlar atma.

          Kerim:

-Söylenenlerin doğru olmadığını ben de biliyorum. Bu dedikoduları her gün duyunca, herkesten duyunca; etkileniyorum, ne yapacağımı bilemiyorum.

          Ali amcası:

          Dedikodu konusunu açmamak üzere kapatıyoruz, noktayı koyuyoruz. Bundan sonra önümüze bakacağız, yapacaklarımıza bakacağız. Senin “iş konusu” ne oldu?

          Kerim:

-Denizli’deki ve Konya’daki arkadaşlardan haber bekliyorum. Kendileri iş buldular, çalışıyorlar. İş olursa arayacaklar, o zaman gideceğim.

          Fatma yengesi:

-Git, yavrum. İzinlerde gelirsiniz, bayramlarda gelirsiniz.

          Dışarıda fırtına esmeye başladı. Islık çalan rüzgar yağan karları savuruyor, pencerenin camlarına vuruyordu. Oda soğumuştu. Ali amcası kalktı,  sobanın külünü çıkardı, kürek kürek kömür doldurdu. Fatma yengesi de çayları tazeledi.

          Dışarıda fırtına esmeye başladığında Kerim’in içindeki fırtına dinmişti.

***

          Çalan telefonu açan Aynur:

-A looo. Kiminle müşerref oluyorum?

-Deli kız. Kaç gündür neredesin? Çabuk gel.

-Çabuk geliyorum, derhal geliyorum, hemen geliyorum, şimdi geliyorum.

-Çok konuşma. Hemen gel.

          Birkaç dakika içinde Fatma ablasının evindeydi, Aynur. Mutfağa geçtiler. Çayı demlemiş olan Fatma ablası yiyecek bir şeyler hazırlarken, sandalyeye ters oturan Aynur, çok yüksek sesle:

-Moralim çok bozuk, abla.

-Ne bağırıyorsun, kız? Sağır mı var karşında? Normal konuşamaz mısın, sen?

-Konuşamam. Bağıra bağıra konuşmak istiyorum.

-Yavaş konuş, duyacaklar.

-Duysunlar. Kimseden korkmuyorum. Moralim çok bozuk, bağırmak istiyorum.

 -Niye bozukmuş, moralin?

-Kaç gündür tarladayız, bahçedeyiz. Ot temizle, diken temizle, kök temizle, taş temizle, toprak kaz, kesek kır. Yorgunluktan ölüyorum. Bu işler bana göre değil.

-Bu işleri yapmadan, olmaz.

-Bu gün ne yaptım, biliyor musun?

-Ne yaptın?

-El arabasıyla hayvan dışkısı taşıdım, tarlaya serdim. Çok iğrençti. Ondan sonra da tarladan kaçtım.

-Yarın ne yapacaksınız?

-Benim anne bir yerlerden fidye bulmuş.

-Fidye değil fide.

-Akşam gölgesi inince onları dikecekmişiz. Kovalarla dereden su çekecekmişim, toprağı ıslatacakmışım. O da fideleri dikecekmiş. Ondan sonra da her akşam sulayacakmışız. Her akşam kovalarla dereden su taşıyacakmışım.

-Sulanması gerekir. Sulanmazsa, fideler tutmaz.

-Kaç kez sulanacak, bu fideler?

-Tutuncaya kadar.

-Kaç günde tutarlar?

-Allah bilir.

-Evlensem de kurtulsam.

          Hafiften gülümseyen Fatma ablası, yarım ağızla:

-Yakında kurtuluyorsun.

-Ne. Ne dedin, sen?

          Önündeki işle ilgileniyormuş gibi davranan Fatma ablası, gene yarım ağızla:

-Duymadın mı? “Yakında kurtuluyorsun” dedim.

-Benimki, iş mi buldu?

-Evet, iş buldu.

          Sevinç çığlıklarıyla oturduğu sandalyeden fırlayan, ablasının tepesine dikilen, ayak uçlarında zıplayan ve ışıltılı gözlerle ablasına bakan Aynur:

-Söyle, çabuk söyle. Nerede buldu? Nereye gidiyoruz?

-Söy-le-mem.

-Söy-ler-sin.

-Söy-le-mem.

-Ormanda falancayla yaptıklarını an-la-tı-rım.

-Sus kız. Tamam. Kapat çeneni.

-Şimdi öt bakalım. Söyle, nereye gidiyoruz?

-Yedi harfli bir yere gidiyorsunuz.

-Muş.

-Bilemedin. Horozuyla meşhur.

-Başka nesi meşhur? Hangi bölgemizde? Düşman işgalinden kurtuluş tarihi ne? İsminin baştan üçüncü harfi ne? Arkadaş, uğraştırma beni. Söyle şunu.

-Çok merak ediyorsan, git, seninkine sor.

-Burada mı, o?

-Salonda. Bizi dinliyor.

          Sesini iyice azaltan Aynur:

-Geri zekalı. Evde olduğunu niçin söylemedin. Konuştuklarımızı duydu. Rezil oldum.

-“Yavaş konuş, duyacaklar” demiştim, sana. Hani, kimseden korkmuyordun.

-Burada olduğunu söyleseydin, bağırmazdım. Duymuşmudur, bizi.

-Bizi deme, beni de. Bağıra bağıra konuşan, sensin.

-Gerçekten duymuş mudur, beni?

-Yoldan geçenler bile duydu.

-Ne yapacağız, şimdi?

-Olan oldu. Sen git, yanına. İşim bitince ben de gelirim.

-Gidemem. Birlikte gideriz.

          Çay demlenince ve yiyecekler hazırlanınca, ellerindeki tepsilerle Kerim’in olduğu salona girdiler. Tepsileri, herkesin önündeki sephaların üzerine bıraktılar.

          Bütün konuşmaları duyan Kerim, Aynur’un geldiğini duymamış gibi davrandı:

-Aynur ne zaman geldi?

          Fatma teyzesi:

-On dakika kadar oldu. Bağıra bağıra konuşuyordu. Yoldan geçenler duydu, sen duymadın mı?

-Duymadım, yenge. Televizyonun sesi fazlaydı.

          Kerim’in bu yalanıyla biraz rahatlayan Aynur; gidecekleri yeri merak ediyordu, bu yeri bir an önce öğrenmek istiyordu. Konuyu açması için Fatma ablasına bakıyordu, gözünün içine bakıyordu.         

          Aynur’un sıkıntısını anlayan Fatma ablası:

-Kerim, yavrum. Şu iş konusunu bir daha anlat, Aynur da duysun.

          Anlat, ne demekti? Az önce yengesine “Çabuk söyle. Nerede iş buldu, nereye gidiyoruz” diyen, sevinç çığlıkları atan Aynur’a tekrar tekrar anlatırdı, bıkmadan usanmadan anlatırdı, uzata uzata anlatırdı.

          Kerim:

-Temmuz sonunda askerliğim bitince, buraya gelmeden Konya’ya gittim. Okul arkadaşımı buldum. Okulu bitirince ev adresini almıştım. Onun askerliği de benimki gibi yeni bitmiş. İş aradığımı söyledim. O da iş arıyormuş. İş olursa ararım dedi. Telefon numaramı verdim. Bende onun telefon numarasını aldım. Konya’dan Denizli’ye geçtim. Oradaki okul arkadaşımı buldum. Kısa dönem askerlik yapmış, o. İş bulmuş, sekiz aydır çalışıyormuş. İş aradığımı söyledim. İş olursa ararım, hemen gelirsin dedi. Telefon numaramı verdim. Bende onun telefon numarasını aldım. O zamandan bu zamana geldik. Bugün, yapacak bir işim yoktu. Evde canım sıkılıyordu. En iyisi kahveye gideyim dedim, gittim. Çay içtim, masanın üzerindeki spor gazetesini okudum. Kahvede fazla duramadım, eve dönmeye karar verdim. Derede oltayla balık tutan çocuklar vardı. Biraz onları seyrettim. Eve varınca telefon numarası yazan kağıdı verdi, annem. Ben evden çıkınca bir kişi aramış. Annem açmış, telefonu. Karşıdaki kişi beni sormuş. Evde olmadığımı öğrenince telefon numarasını yazdırmış, “çok önemli bir konu var, mutlaka arasın” demiş. Telefon numarasına baktım, başka bir ilin numarası. “Ya Konya’daki arkadaşımdır ya da Denizli’deki arkadaşımdır” dedim. Numarayı aradım, Erol çıktı karşıma. “Bir fabrikada iş var, hemen gel” dedi.

          Gidecekleri yeri bir türlü öğrenemeyen Aynur, “geç bunları” dercesine sordu:

-Erol kim?

          Kerim:

-Okul arkadaşım. Makine fakültesinden. Maddi durumu iyiydi. Annesi ve babası çalışıyordu. Parasız bırakmıyorlardı, Erol’u. Ben yurtta kalırken, o, evde kalıyordu. Çok güzel yemek yapardı. Her hafta sonu evine giderdim, o güzel yemeklerini yerdim. Elim boş gitmezdim, bir şeyler götürürdüm.

          Kerim’in açıklamalarından merakını gideremeyen Aynur:

-Bu arkadaşın Konya’da mı, Denizli’de mi?

-Aslen Isparta’lı. Isparta doğmuş. Üç yaşında göçmüşler.

          Aynur:

-Nereye göçmüşler?

          Kerim:

-Babasının çalıştığı yere.

          Aynur:

-Babası nerede çalışıyormuş?

          Kerim:

-Denizli’de.

          Gidecekleri yeri öğrenen Aynur, Kerim’i dinlemiyordu artık. Kerim, boşuna konuşuyordu, kendisini dinleyen yoktu.

          Gidecekleri yer konusundaki merakını gideren Aynur, başka konuları merak etmeye başlamıştı. Bu konuları Kerim’e kendisi soramazdı, Fatma ablasının sormasını bekliyordu. Onun için sık sık Fatma ablasına bakıyordu.

          Aynur’un sıkıntısını anlayan Fatma ablası:

-Kerim, yavrum. Denizli nerede?

-Ege Bölgesinde. Aydın’a ve Muğla’ya komşu. Amtalya’ya çok yakın.

-Ne zaman gideceksin?

-Bu gece gideceğim. Buradan Denizli’ye otobüs yok. Önce Ankara’ya gideceğim. Sabah beşte Ankara’da olurum. Ankara’dan Denizli’ye gideceğim. Öğleye doğru yada öğleden sonra Denizli’de olurum, otobüsün kalkış saatine bağlı.

-Ne kadar sürüyor?

-Ankara’da yedi saat sürüyor.

-Oraya gidince, nerede kalacaksın?

-O konuda hiçbir şey bilmiyorum, yenge. Fabrikanın misafirhanesi varsa bir süre orada kalırım. Misafirhane yoksa, ev kiralayıncaya kadar otelde kalırım.

-Otel, pahalıya gelir. Bir an önce kiralarsın evi.

-Tamam, yenge.

-Yeni bir ev olsun. Eski evlerin tozu toprağı bitmez.

-Tamam, yenge.

-Balkonu da geniş olsun. Yaz akşamlarında keyifle oturulur.

-Tamam, yenge.

-Bir güzel boyatırsın evi. Aynur. Evlere hangi renk gider?

-Bej, güzel gidiyor, abla.

-Bej’e boyatırsın evi.

-Tamam, yenge.

-Boyayı iki kat vurdur, eski boyanın izi görünmesin.

-Tamam, yenge.

-Kapıları, pencereleri ve yerleri bir güzel temizletirsin.

-Tamam, yenge.

-Odalara girip çıkma, kirlenmesinler.

-Tamam, yenge.

-Perde alma. Pencereleri gazeteyle kapatırsın.

-Tamam, yenge.

-Yatak yorgandan başka eşya sokma, eve.

-Oralar çok sıcak olur, yenge. Buzdolabı almadan olur mu?

-Olur. İkinci el bir buzdolabı alırsın, yenisi gelince atarsın.

-Tamam, yenge.

-Piknik tüpü alırsın, pazardan plastik leğen alırsın. İşini onlarla görürsün.

-Tamam, yenge.

-Paranı da ziyan etme, biriktir.

-Tamam, yenge.

          Aynur, sağ elinin baş parmağını yukarıya kaldırarak “on numara, beş yıldızsın” dedi, Fatma ablasına.