CORANA VİRÜS GÜNLERİ

          Soğukla arası iyi değildi.

          Soğuktan çabuk etkilenirdi. Soğuğu yer yemez direnci düşerdi, gücü kalmazdı, öleceğini sanırdı.

          Cereyanda kalırsa, soğuk içecekler içerse, çorap giymezse, vücudunun bir yeri açıkta kalırsa, mevsime göre hafif giyinirse, denize girerse, kısacası, üşürse; şifayı kapardı. Başına dayanılmaz bir ağrı girerdi, dişleri sızlamaya, boğazı yanmaya ve öksürmeye başlardı.

          Soğuktan sakınırdı. Buzdolabındaki soğuk içecekleri kesinlikle içmezdi, soğuk yiyecekleri kesinlikle yemezdi. Yiyecekleri ve içecekleri buzdolabından çıkarırdı, ortam sıcaklığına kadar ısınmalarını beklerdi. Yaz mevsiminin en sıcak günlerinde bile çoraplarını giyerdi. Deniz suyu soğuksa, girmezdi. Deniz suyu sıcaksa, girerdi. Boğazı yanmaya ve hafiften öksürmeye başlayınca denizden çıkardı, yakıcı güneş altında ısınmaya geçerdi. Yılın büyük bölümünde pantolon altına pijama giyerdi. Pijamanın paçalarını çorabın içine sokardı, üzerine pantolon giyerdi. Arkadaşları bunu bilirdi ve birlikte oldukları zamanlarda pijama konusu açılırdı. ‘Hava ne kadar soğuk olursa olsun pijama giymem’ diyenler vardı. ‘Soğuk havalarda giyerim’ diyenler vardı. ‘1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramında çıkarırım, 1 Eylül Dünya Barış Gününde giyerim’ derdi. O kadar giymezdi ama fazla giydiğini anlatmak amacıyla böyle söylerdi. Biraz da şaka olsun diye yapardı.

          İyi olsun, kötü olsun, başına gelen her olayın nedenini araştırırdı. Yediklerine bakardı, içtiklerine bakardı, giydiklerine bakardı, yaptıklarına bakardı, yapmadıklarına bakardı. Objektif düşünürdü ve başına gelen olayın nedenini bulurdu. Aynı doğruları yapardı, aynı hataları yapmazdı. Böyle yapınca; başına gelen iyi olaylar artarken, kötü olaylar azalmıştı. Herkes böyle olsaydı; ekonomi düzelirdi, liyakat olurdu, adalet olurdu, refah olurdu, huzur olurdu.

          Ne yaparsa yapsın, ne kadar dikkat ederse etsin; soğuktan yakasını kurtaramazdı. Müzmin rahatsızlıkları olan baş ağrısına, diş sızısına, boğaz yanmasına ve öksürüğe mutlaka yakalanırdı.

          Baş ağrısı başlayınca bere giyerdi ve yarım saate kalmadan baş ağrısından kurtulurdu. Dişleri sızlayınca, boğazı yanınca ve öksürük başlayınca eczaneye giderdi, en etkili antibiyotik hapını alırdı. Birinci hapı eczanede kuru yutardı. Birinci hapı yutunca yumuşama başlardı. İkinci hapı yutunca hafifleme olurdu. Üçüncü hapı yutunca rahatsızlıklardan eser kalmazdı.

          Reçetesiz antibiyotik satışı yasaklanınca işi zorlaştı, antibiyotik bulamaz oldu. Soğuktan başı ağrımaya başlayınca bere giyip ağrıdan kurtuluyordu ama dişi sızlayınca, boğazı yanınca ve öksürük başlayınca doktora gitmek zorunda kalıyordu.     

          Diş hastanesi gündüzleri çok kalabalık olurdu. O kalabalığa girmezdi. Dişi ne kadar sızlarsa sızlasın, beklerdi, saat 18:00 – 24:00 arasında açık olan Nöbetçi Hekimliğe giderdi. Saat 24:00’e yaklaşırken giderdi, kimsecikler olmazdı.

          Nöbetçi Hekimliğin lambaları yanardı ama ortalıkta kimse olmazdı. Diş hekimi ve görevliler ya televizyon seyrederdi ya da her biri bir köşede uyurdu. Cebinden çıkardığı metal para ya da anahtar ile cama vurunca bir görevli ortaya çıkardı, hasta geldiğini anlayınca diş hekimini çağırırdı.

          Diş hekimine derdini anlatırdı. Her hekimin huyu başkaydı. Hastanın beyanını yeterli bulan hekim vardı, hastanın ağzına şöyle bir bakan hekim vardı, ayrıntılı inceleyen hekim vardı. Bir hekim canını çok yakmıştı. Nöbetçi hekim, elindeki metal aleti sızlayan dişe değdirince canı gitmişti, bağırmıştı. Dişinin sızladığına o zaman ikna olmuştu, hekim.

          Her hekim “Antibiyotik ve ağrı kesici yazdım. Bunları kullan, iltihap kuruyunca gel, çürük dişi çekelim” derdi. En ucuz antibiyotikler ve ağrı kesiciler yazıldığından haplar biterdi ama iltihap kurumazdı, sızı bitmezdi.

          Eline tutuşturulan reçete ile nöbetçi eczaneye koşardı. Nöbetçi eczanenin nerede olduğu bilinmezdi. Gördüğü ilk eczaneye uğrar, eczanenin kapısına ya da camekanına asılmış kağıttan, nöbetçi eczaneyi öğrenirdi.

          Eve gitmeyi beklemezdi. Antibiyotik ve ağrı kesiciyi eczanede kuru kuru yutardı. Nöbetçi eczanede hayırsever bir kişi varsa, onun verdiği bir bardak suyu hapların üzerine içerdi.

          Boğaz yanması ve öksürük başlayınca doktora gitmek zorunda kalırdı. Doktora gidince başına gelecekleri biliyordu. Tansiyonu ölç, ateşe bak, ağzını aç, üfle, sırtını aç, derin nefes al, öksür. Kan tahlili yaptır, idrar tahlili yaptır, film çektir, emar çektir.

          Ölçümlere bakılacak, tahlillere bakılacak, filmlere bakılacak, eline bir reçete tutuşturulacak, gönderilecek.

          Eline tutuşturulan reçeteyle eczaneye koşacak.  Reçetede yazan ilaçları tezgahın üzerine dizen kişi, kullanım koşullarını ilaç kutularının üzerine yazarken, kendisine de anlatacak. Sabah akşam bir tane, aç karna. Günde bir tane, tok karna. Günde bir tane, tok karna, suda eritilip içilecek. Sabah akşam bir kaşık, iyice çalkanacak, tok karna. Günde bir tane, hüpp diye çekilecek, tok karna, …

          Bu ilaçlar hiçbir işe yaramayacaktı, müzmin öksürük aylar sonra kendiliğinden geçecekti.

          Çok dikkat etmesine rağmen bir yerden soğuğu kapmıştı. Boğazı yanmaya ve öksürmeye başlamıştı. İşten eve döndüğünde yanmanın ve öksürüğün şiddeti artmıştı. Dayanılmaz bir acı çekiyordu. Öksürünce boğazı acıyordu ve ciğeri kaburgasına değiyormuş gibi canı yanıyordu. “Nerede hata yaptı da bu belaya bulaştığını” araştıracak durumda değildi. Uyumak ve bu geceyi fazla çile çekmeden atlatmak istiyordu. Yarın; olumlu bir sonuç alınamayacağını bile bile hastaneye gidecekti, tahlilleri yaptıracaktı, filmleri çektirecekti. Eline tutuşturulacak reçeteyle bir eczaneye girecekti, bir torba ilaçla çıkacaktı. Denize düşmüştü bir kere, yılana sarılacaktı.

          Kuru öksürenlere “ayazda mı yattın” derlerdi. Ayazda yatmış gibi öksürüyordu. Evdekiler, karısı ve çocukları, rahatsız olduklarını hissettiriyordu. Karısı, “yavaş öksür, televizyonu duyamıyoruz” diyordu, “seni mi çekeceğiz, doktora git” diyordu. Akıl vereceğine, boğazını yumuşatacak bir bardak ıhlamur verseydi, daha iyi olurdu.

          Bu saatte hastane kapalıydı, Acil bölümü açıktı. Acilde pratisyen doktorlar olurdu. Uzman doktorların çare bulamadığı derdine, pratisyen doktorlar ne yapacaktı? Kusura bakmasınlar, sabaha kadar kendisine katlanacaklardı. Hastaneye yarın gidecekti, uzman doktora görünecekti.

          Evdekiler rahatsız olmasın diye öksürük gelince kendini sıkıyordu, eliyle ağzını kapatıyordu, öksürüğün sesini kısıyordu. Böyle yaparak sağlığına zarar verdiğini anladı, yatak odasına geçti. Orada öksürürken kendini sıkmıyordu ama çevreye mikrop bulaşmasın diye eliyle ağzını kapatıyordu. Öksürme özgürlüğünün tadını çıkarıyordu.

          Gecenin bir saatinde kapı zili çaldı. Az sonra bir kez daha çaldı. Kapıyı açan olmadığına göre evdekiler uyumuştu. Gitti, kapıyı açtı. Pek görüşmediği, karşılaştıkları zaman ayaküstü görüştüğü yan komşu Refik’ti, gelen.

          Asık yüzlü komşu:

-Öksürüğünden uyuyamadım. Al şunları, yut. Birisini şimdi yut, diğerini yarın yutarsın.

          Adam haklıydı. Evler çok kalitesizdi. Sanki duvar yokmuş gibi ses geçişleri oluyordu. Normal konuşmalar bile duvarlar arkasından duyuluyordu. Üstteki konuşmalar, alttaki konuşmalar, yandaki konuşmalar duyuluyordu. Kendisi yüzünden uykusuz kalan komşudan özür diledi, uzattığı hapları aldı, teşekkür etti.

          Hapın ne olduğuna bakmadan bir tanesini yuttu. Yarım saat geçmeden boğazında bir yumuşama hissetti. Bunun üzerine ikinci hapı da yuttu.

          Sabah uyandığında boğaz yanması geçmiş gibiydi. Öksürüğü azalmış ve öksürürken canı yanmıyordu. Hastaneye gitmedi. Eczaneye gitti, reçetesiz satılan bu haptan bir kutu aldı. Kutu bitmeden boğazındaki yanma ve öksürük kesildi. Kutu bitinceye kadar hapları yuttu.

          Bu hapı yanından ayırmıyordu. Cüzdanında ve çantasında birkaç tane bulunduruyordu. Bu hapa güvenerek soğuk içecekler içiyordu, pantolon altına pijama giymiyordu, çorapsız durabiliyordu, cereyanda kalabiliyordu. Boğazında yanma hissedince bir tane yutuyordu, dayanılmaz acılar veren öksürüğün önünü kesiyordu.

***

          2019 Kasımında Çin’de ortaya çıkan Covid-19 virüsü dünyaya yayılmaya başladı. 2020 Martında Türkiye’de görüldü.

          Covid-19 virüsünün belirtileri; yüksek ateş, nefes darlığı, boğaz yanması, kas ağrısı, baş ağrısı, kuru öksürük, tat kaybı, koku kaybı, baş dönmesi, burun akıntısı ve mide bulantısıydı.

          Bulaşıcı virüse karşı çeşitli önlemler alınmıştı. Bu önlemlerden birisi de altmış yaş ve üzerindeki kamu görevlilerinin İdari İzinli sayılmasıydı. İzinli sayılan kamu görevlileri işe gitmeyeceklerdi, evde oturacaklardı.

          Şevket de idari izinli sayılanlardandı. Evde oturuyordu, yapacak bir işi yoktu. Oku babam oku. Okumaktan bıkmıştı. Kitap görünce başına ağrılar giriyordu. Kitaplığa dizili okunmuş kitaplara yapacak bir şey yoktu. Okunmayı bekleyen üst üste yığılmış kitapları gözünün önünden kaldırdı. 1980’li yıllarda aldığı Anadolu Arkeolojisi dergilerine bakmak istedi. Dolaptan aldığı bir dergiyi açtı, şöyle bir baktı, canı çekmeyince dolaptaki yerine kaldırdı. Aklında olan bir gezi programını üzerine çalışmaya başladı. Eldere Gölüyle ilgili bir programdı. Eldere gölünün sazlıklarla kaplı olduğunu, bir kuş cenneti olduğunu, Büyük Menderes nehrinin buradan doğduğunu, doğu kıyısından Akdeniz yolunun geçtiğini, göl kıyısında balık lokantalarının olduğunu ve bu lokantaların saat 24:00’a kadar açık olduğunu biliyordu. Havanın karardığı saatte orada olacaktı. Arabayı gölün kıyısına çekecekti, arabanın camlarını açacaktı ve kuş sesleri arasında arabada uyuyacaktı, kuş sesleri arasında uyanacaktı. Yatmadan önce balık lokantalarından birinde balık yiyecekti. Balık ziyan olmasın diye yanında bir şeyler içecekti. Bir gazetenin yıllar önce verdiği Karayolu haritasını açtı, geçeceği yerleri bir kağıda yazdı.

          Eldere Gölü konusu yarım saatte bitti ve can sıkıntısına çare olmadı. Kısa süreli çalışmalar çözüm olmuyordu. Uzun süreli işlerle ilgilenmek istiyordu.

          Bir aya yakın evde oturduktan sonra aklına “Müdürlüğe gitmek ve çalışmaya başlamak” düşüncesi geldi. Bu düşüncesini açmak üzere müdürlüğe gitti.

          Arkadaşı olan Müdür Yardımcısı Mehmet:

-İhtiyar. Evde oturmak iyi mi?

-Canım çok sıkılıyor.

-Çalışmayı seviyorsun. Çalışmadan duramazsın.

-Çağırın, gelip çalışayım.

-İstersen, gel.

-Ciddi misin?

-Ciddiyim.

-Yarın sabah geleyim.

-Hemen olmaz. Çalışmak istediğini belirten bir dilekçe vereceksin. Müdürlük kabul ederse, gelip çalışırsın.

-Gelmişken dilekçeyi vereyim.

          İnsan Kaynakları Müdürünü telefonla arayan Müdür Yardımcısı:

-Şahin bey. İdari izinli olan Şevket bey yanımda. Çalışmak istiyor. Onun adına bir dilekçe yaz da getir.

          İnsan Kaynakları Müdürünün Şevket adına yazdığı dilekçe:

…….. MÜDÜRLÜĞÜNE

          Müdürlüğünüzde Jeoloji Mühendisi olarak görev yapmaktayım. Bulaşıcı Covid-19 salgınına karşı alınan önlemler kapsamında İdari İzinli sayılmaktayım.

          Müdürlükteki görevime devam etmek istiyorum. Bir olumsuzluk durumunda herhangi talepte bulunmayacağım.

          Gereğini arz ederim.

          Şevket’in dilekçeyi imzalamasından on dakika kadar sonra ve Müdür Yardımcısının odasından çıkmadan dilekçenin cevabı geldi.

Sayın Şevket ATAMAN

İdeal Konut Sitesi. A-4 Blok. No:1

          30.06.2020 tarihli dilekçeniz değerlendirilmiş ve çalışma talebiniz olumlu karşılanmıştır.

          Bilgilerinizi rica ederim.

          Ertesi gün çalışmaya başladı. Çalışma sahası olan köylere haftada en az iki gün gidiyordu. Köylerin su sorunlarına bakıyordu. Yeraltısuyu araştırması yapıyordu, su sondajı yapıyordu, su projesi yapıyordu.

          Bulaşıcı virüse karşı alınan önlemler kapsamında lokantalar kapatılmıştı. Kaçak lokantalarda daha doğrusu çalışmasına göz yumulan yemek yeniyordu. Şevket de köylere gittiğinde bu lokantalara uğramak zorunda kalıyordu.

***

          Tabaklar Köyü muhtarlığından gelen dilekçede, mevcut suların yetersiz kaldığı belirtiliyordu ve yeni su kaynağının bulunması isteniyordu.

          Muhtar ve azalar, köy kahvesinin önünde, Ekim güneşinin altında, köye geleceğini bildiren Şevket’i bekliyordu. Güneş ısıtıyordu ama yakmıyordu. Şevket de kahvenin önüne, güneşin altına oturdu.

          Çantasından çıkardığı dilekçeyi gösteren Şevket:

-Muhtarlığın verdiği bu dilekçedeki konuyu incelemek amacıyla geldim. Suyunuz yetmiyormuş. Doğru mu?

          Muhtar:

-Doğru. Yaz ve sonbahar mevsimlerinde yetmiyor. Haziran ortası gelince sular azalıyor, sıkıntı başlıyor.

-Sudaki azalma bu yıl mı oldu?

-Her yıl oluyordu. Bu yıl daha fazla oldu.

-Depoya akıtabileceğimiz başka sularınız var mı?

-Yok.

-Depoya akıtılacak bir su olmadığını biliyorum. Köydeki kayalarda su bulunmaz.

-Ne yapacağız?

-Sondaj yapacağız.

-Suyumuz gelsin de nereden gelirse gelsin.

-Sondaj suyu kendiliğinden gelmez. Motor kurulacak, elektrik parası gelecek.

-Gelsin, öderiz.

-“Gelsin, öderiz” diyen birçok köyde ödenmedi, motorlar çalışmıyor.

-Bizde olmaz.

          Deneyimlerine dayanarak ‘elektrik parasının ödeneceğine’ inanmayan Şevket

-Öyleyse kalkalım, arazide dolaşalım, sondaj yeri arayalım.

          Muhtar, azalar ve gönüllü vatandaşlarla arazide dolaştı. Sondaj yapılabilecek dört adet yer buldu ve bu yerleri haritada işaretledi. Sondaj yerlerini buldukça, yanındakilere “sondajı burada yapabiliriz, burayı aklınızdan çıkarmayın” diyordu.

          Arazi çalışması bitince kahveye döndüler, yakmayan Ekim güneşi altına oturdular.

          Su ve ardından çay içerek kendine gelen Şevket, ortaya:

-Depoya akıtılacak memba olmayınca sondaja karar verdik. Birlikte arazide dolaştık, dört adet sondaj yeri bulduk. Dairede ayrıntılı çalışarak sondaj yerine karar vereceğim.

          Muhtar:

-Sondaj yerlerinin dördü de Yeniköy sınırlarında kalıyor. Bir sıkıntı olur mu?

-Hiçbir sıkıntı olmaz. Dört sondaj yeri de ormanda kalıyor. Orman Müdürlüğünden izin alınca kimse karışamaz. Yeniköy muhtarına şimdiden söyle, “haberim yoktu” demesin.

          Köylü bir vatandaş:

-Bizim köyde yaz kış bataklık olan bir yer var. Başka köylerde uğraşmasak da, sondajı oraya yapsak.

-Dediğiniz yer, nerede?

-Köy mezarlığının alt tarafında.

-Tabaklar Köyü sınırlarında yeraltısuyu olmadığını az önce söylemiştim. Su olsa bile mezarlıklardan kaçabildiğimiz kadar kaçmamız gerekiyor. Mezarlığın alt tarafı hiç olmaz.

          Görüşünü açıklayan başka kişi olmayınca Muhtara dönen Şevket:

-Kararımı verince tekrar gelerek sondajla ilgili çalışmaları tamamlayacağım.

-Ne zaman gelirsiniz?

-Şimdi tarih veremiyorum. Dairedeki çalışmalar biter bitmez gelirim.

-Yola çıkmadan ararsan; bir yere gitmem, köyde beklerim.

-Ararım. Yarım kilo kadar yağlı boya ve fırça ayarlarsın. Belki gerekebilir.

-Hangi renk olsun.

-Kırmızı, mavi, siyah, sarı. Elinde ne varsa.

          Dairedeki çalışmasını tamamlayıp Tabaklar Köyüne ikinci kez giden Şevket, muhtara:

-Yeniköy muhtarıyla görüştün mü?

-Görüştüm.

-İtirazı var mı?

-Muhtarın itirazı yok ama iki kişinin itirazı var.

-Neye itiraz ediyorlar?

-Birisi muhalif. Onun için itiraz ediyor.

-Muhtara mı muhalif?

-Hükümete muhalif. CHP’li.

-Diğerinin derdi neymiş?

-Saçmalıyor.

-Ne diyor?

-Askerlik yapmış, vergi ödüyormuş, o köyde yaşıyormuş. İzin vermezse, sondaj yapılamazmış.

-Gerçekten saçmalamış.

-Kızı da bizim köye gelin geldi. “Senin kızın da kovalarla su taşıyor, itiraz etme” dedim.

-Ne dedi?

-“Başka işi mi var, taşısın” dedi.

-Kalkalım, sondaj yerine gidelim.

-Dört tane sondaj yeri bulmuştunuz. Hangisine gideceğiz.

-Meşeliğe gideceğiz.

          Kahveden çıktılar, arabalara binip sondajın yapılacağı meşeliğe gittiler. Yolun kenarında arabalardan indiler, seksen metre kadar yürüyerek meşeliğe girdiler. Yüksek bir sırtın önünde, genç ve düzensiz bir meşelikti. Meşelik bitince kayalık, dik ve ağaçsız bir yamaç başlıyordu. Eski meşelerden düşmüş palamutlardan yetişmiş bir meşelik olduğu anlaşılıyordu. Kesilmiş eski meşelerin çürümüş kökleri, genç meşelerin arasında duruyordu.

          Meşelikte sağa sola baktı, oraya buraya yürüdü, yapılacak sondajın yerini ve sondaj yerine ulaşımı sağlayacak yolun güzergahını belirledi. Kesilecek ağaçlara kırmızı yağlı boya ile işaret koydururken, arkalarındaki kalabalıklarla itirazcılar geldiler. İtirazcıların ikisi birden konuşmaya başladı.

          Şevket:

-Nedir alıp veremediğiniz? İkinizi birden dinleyemem. Sırayla konuşun. Önce, Tabaklar Köyünde kızı olan konuşsun.         

          Tabaklar Köyünde kızı olan itirazcı:

-Ne yapıyorsunuz burada?

          Şevket:

-Hangi yetkiyle bu soruyu soruyorsun?

-‘Vatandaş olma’ yetkisiyle soruyorum.

-Sondaj hazırlığı yapıyoruz.

-Sondajı kime yapacaksınız?

-Tabaklar Köyüne yapacağız.

-O zaman yapamazsınız.

-Tabaklar Köyündeki kızın kovalarla su taşıyormuş. Onun rahat etmesini istemez misin?

-Taşısın. Başka işi mi var?

-Bu arazi senin mi?

-Benim değil ama benim köyün sınırlarında.

-Arazinin sahibi olan Orman Müdürlüğünden izin alacağız.

-Benim köyüme Orman Müdürlüğü ne karışır. 

-Mal sahibinden izin alacağız, sondajı yapacağız.

-Yapamazsınız.

-Nasıl engelleyeceksin?

-Kan akar, ölüm olur.

-Kimi öldüreceksin?

-Burada çalışacak herkesi.

-Senin hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunacağım. İtiraz gerekçelerini savcıya anlatırsın. Şimdi çalışma sahamızdan uzaklaş. Diğer itirazcı kim?

          Muhalif itirazcı:

-Köyümüzdeki suyun başka köye verilmesini istemiyorum.

          Muhalif itirazcıyı kalabalıktan uzaklaştıran Şevket:

-Adınızı öğrenebilir miyim?

-Sadık.

-Sadık bey. Tabaklar Köyü muhtarı ‘senin CHP’li olduğunu, bundan dolayı sondaja itiraz ettiğini’ söyledi.

-Evet, CHP’liyim. CHP’li olmak suç mu?

-Suç değil. Ben de CHP’liyim.

          Muhalif itirazcının şoka girdiğini gören Şevket:

-Her şeye itiraz ederek, her şeye karşı olarak; seçim kazanılamaz, iktidar olunamaz. Öyle değil mi?

-…

-Ben de senin gibi muhalif olsaydım; burada su yok derdim, çeker giderdim. Tabaklar Köyünde CHP’ye oy veren vatandaşlar yok mu?

-Çok var.

-Bu işi engelleseydim; onları da susuz bırakmış olmaz mıydım, onları da cezalandırmış olurdum. Taraf tutmadan herkese hizmet etmek zorundayız.

-Seçim yatırımı yaptığını sanmıştım.

-Siyasetçiler için seçim yatırımı olabilir ama benim için değil. Olacak işe olur derim, olmayacak işe olmaz derim. Burada su olmasaydı, bugün buraya gelmezdim. Su yok derdim, konuyu kapatırdım.

-Devletin kamyonlarıyla yollara çakıl döktüler. Kamyonlara iktidar partisinin bayraklarını astılar. Seni de onlardan sanmıştım.

-Ellerinden gelse haritaya parmak bastıracaklar, oraya gönderecekler.

-Bizim köyde de su sıkıntısı var. Bize de çare bul.

-Muhtarla daireye gel, görüşelim. Öğleye doğru gelin. Dairenin yemekhanesinde yemek yeriz.

-İstediğin yere sondaj yap. Çıkan suyu istediğin köye ver. İşiniz bitince bizim eve gidelim, bahçede oturalım.

          Muhalif itirazcıyla kalabalığa dönen Şevket, Tabaklar Köyü muhtarına:

-Ercan bey. İşimiz bitince Sadık beyin evine gideceğiz, bahçede oturacağız.           

          Muhalif itirazcı, Şevket’e.

-Ben eve gideyim, hazırlık yapayım.

          Şevket; muhtarın, itirazcıların ve diğerlerinin duyabileceği bir sesle:

-Sondaj yerimiz, burası. Arazinin sahibi olan Orman Müdürlüğünden izin alınacak, kırmızı boya ile işaretlediğimiz ağaçlar kestirilecek. Daha sonra dozer gönderip sondaj yolunu açacağız ve sondaj yerini düzleştireceğiz. Bütün işler bittikten sonra sondaja başlayacağız. İtirazı olanlara mahkeme yolu açıktır.

***

         

 

 

 

 

          17 Aralıkta boğazında yanma ve öksürük başladı. Her zamanki yanma ve öksürüktü. Yanından ayırmadığı, cüzdanında ve çantasında taşıdığı hapı hemen yuttu. Bir yuttu, iki yuttu, üç gün yuttu. Yuttuğu hapların hiçbir etkisi olmayınca virüse yakalandığını anladı. 19 Aralık saat 24:00 da ateşi 38,50 ölçüldü. Ateşi çok yüksekti, hemen hastaneye gitmesi gerekiyordu. Sabaha kadar bekleyecekti, düşmezse hastaneye gidecekti. Sabah 06:00 da ateşi, 38,60 ölçüldü. Düşmesini beklediği ateş, çıkmıştı. On dakika içinde evden çıktı, yürüyerek hastanenin Aciline gitti. Hastane evine çok yakında, yürüyerek beş dakika sürmüyordu. Müşahede odasına aldılar, yatırdılar.

          Ateşini ölçen hemşire;

-Ateşin normal.

-Az önce evde ölçtüm. Yüksekti.

-Hava çok soğuk. Gelirken düşmüş olabilir.

          Hemşirenin yaptığı ölçümlere bakan doktor:

-Akciğer filmi çekilsin.

          Film çektirdi, müşahede odasına döndü, yatağına yattı. Gelen giden yoktu. Durumunu merak ediyordu. Yataktan kalktı, müşahede odasından çıktı, hemşirelerin ve doktorların bulunduğu tarafa gitti. Maskeli doktoru pantolon renginden tanıdı. Üç doktor aralarında konuşuyordu, yüzlerinde endişe vardı.

          Doktorların yanında bekleyen Şevket, diğer doktor ayrılınca, kendi doktoruna:

-Yatacak mıyım?

-Elbette yatacaksın. Virüsten ciğerin görünmüyor.

          Şevket’i müşahede odasından aldılar, tek kişilik tecrit odasına yatırdılar.

          Şevket’in eşi:

-Saat dokuzda test yapılacakmış. Şimdi gideyim, dokuza doğru gelirim.

-Gelmene gerek yok. Beninle birlikte içeri almazlar.

-Olsun. Bir şeyler getiririm. Senin istediğin bir şey var mı?

-Diş fırçası ve macun getir, tıraş takımını getir, okumakta olduğum kitabı getir, kağıt ve kalem getir, mandalina getir.

          Tecrit odasının kapısında ve odadaki dolapların kapaklarında ‘Nükleer Tehlike’ işareti vardı. Tek başına yattığı bu korkunç odada terliyordu ve terden sırılsıklam olmuştu. Onu terleten odanın sıcaklığı değildi, ölüm korkusuydu. Bulaşıcı virüsler ciğerini tamamen kaplamıştı ve Nükleer Tehlike işaretiyle dolu odada tek başına yatıyordu. Korkmayacaktı da ne yapacaktı?

          Elinde çantayla eşi gelince kalktı, terden sırılsıklam olmuş giysilerini çıkardı. Çantayı aldı, test odasına doğru yürüdü.

          Hastanede yuttuğu haplar boğaz yanmasını ve öksürüğü kesmişti ama iştahını da kesmişti. Verilen yemeklerin tadına kaşık ucuyla ve çatal ucuyla bakıyordu. Yemek tepsileri olduğu gibi geri gidiyordu, yemekler çöpe dökülüyordu. Mandalina yiyebiliyordu. Eşinin getirdiği bir kilo mandalinayı birkaç günde bitirmişti.

          Yüzlerini göremediği maskeli hemşireler ‘Şevket amca, iğne yapacağız’ diyordu,  ‘Şevket amca, tansiyona bakacağız’ diyordu, ‘Şevket amca,’ ‘Şevket amca, kan alacağız’ diyordu. O da ‘durum nasıl’ diye sorunca ‘iyiye gidiyor’ diyorlardı. Madem iyiye gidiyordu, iştahı neden açılmıyordu?

          Moralin önemini biliyordu. Ölüm korkusu aklında durdukça, durumu kötüye gidiyordu. Ölümden korkmayarak, ölüm korkusunu aklından çıkararak moralini yükseltecekti, bu virüsten kurtulacaktı.

          Altmış yıl yaşamıştı, yiyip içmişti. Onun yiyeceklerini bundan sonra başkasının yemesinde ne sakınca olabilirdi? Uykuya dalacaktı ve bir daha uyanmayacaktı. Ölüm denen olay, buydu.

          Tanımadığı, yüzünü bile görmediği hemşirelerin ‘Şevket amca’ demeleri, moralini yükseltiyordu. Bu, yetmiyordu. Ölüm korkusunu çıkardığı aklına, yaşama sevincini yerleştirdi.

          Virüs salgını bitince başlayacağı Eldere Gölü gezisini hayal ediyordu. Hava kararmadan Eldere gölüne gidecekti, arabasıyla sazlıklara olabildiğine yanaşacaktı, arabanın camlarını açacaktı, kuş sesleriyle sarhoş olacaktı.

-Şevket amca. Kolunu aç, tansiyona bakacağız.

-Durum nasıl?

-İyiye gidiyor.

          Acıkınca, göl kıyısındaki lokantalardan birine gidecekti. Izgara balık ve çoban salata isteyecekti. Mümkünse salatanın içinde hıyar olmasın diyecekti. Ayrı bir tabakta getirilen limon dilimlerini üzerlerine sıkacaktı. Salatanın üzerine birazcık zeytinyağı gezdirecekti. Balık ziyan olmasın diye bir şeyler içecekti. Geceyi, arabanın içinde uyuyarak geçirecekti. Sivrisinek olur muydu acaba? Sabah olunca lokantaların birisinde kahvaltı yapacaktı ve ondan sonra ‘ver elini Antalya’ diyecekti.

-Şevket amca. Parmağını uzat, cihaz takacağız.

-Durum nasıl?

-İyiye gidiyor.

        Jean Paul SARTRE’ın Özgürlük Yolları serisinin birinci kitabı olan Akıl Çağı kitabını okuyordu. Serinin ikinci ve üçüncü kitaplarını evde okuyacaktı. Önemli bulduğu satırların karşısına kurşun kalemle işaret koyuyordu. Kitap bitince bu satırlara dönecekti, kafa yoracaktı ve onlardan yararlanacaktı.

-Şevket amca. Parmağını uzat, cihaz takalım.

-Durum nasıl?

-İyiye gidiyor.

          Çarşambayı Perşembeye gece uyandı, acıktığını hissetmişti. İştahı açılmıştı, yiyecek bir şeyler aradı, hiçbir şey bulamadı. Acıkmasının; kurtulduğu, ölümü yendiği anlamına geldiğini biliyordu.

          Odanın lambaları yanınca uyandı. Hemşireydi, lambaları yakan. Koridordan gelen gürültü, sabah olduğunu gösteriyordu. Sabah olmuştu ama dışarısı karanlıktı, sokak lambaları yanıyordu. Havada sis vardı.

          Odadaki iki hastayla ilgilendikten sonra Şevket’e gelen hemşire:

-Günaydın, Şevket amca.

-Günaydın.

-Kolunu aç, kan alayım.

-Durum nasıl?

-Çok iyi.

          Sabah kahvaltısının verilmesini sabırsızlıkla bekledi.

 

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmadı.

Yorum Yaz


En fazla 500 karakter. 500 karakter kaldı.