DELİ SATI
Elinde balta, sırtında küfe, koşarcasına yürüyordu Deli Satı. Her zaman yaptığı gibi gördüğü herkesin yanında durdu, dertlerini, sıkıntılarını, yaptıklarını, yapacaklarını anlattı. Dakikalarca, saatlerce anlattı. Deli Satı’nın dertlerini, sıkıntılarını ve yaşadığı zorlukları bilenler; onu dinlediler, içini dökmesine ve birazcık rahatlamasına izin verdiler. Kahvesinde akşam yapılacak toplantının hazırlıklarını tamamlamış, güneşe karşı oturmuş, sigarasını yakmış Erdoğan'ı görünce de durdu, karşısına dikildi. Asık yüzü ve sinirden pörtlemiş gözleriyle bir süre baktıktan sonra;
-Benim çocukların karnı acıkmıyor.
-Acıkmayan çocuk olur mu? Bütün çocuklar acıkır.
-O domuza göre benim çocuklar acıkmıyor.
-Küfede ne var?
-Kazık var.
-Ne yapacaksın kazıkları?
-Yer böleceğim, hakkımızı alacağım.
Kahveci Erdoğan, olacakları anladı. Deli Satı, hakları olan araziyi kazıklar çakarak bölecekti. Bunu duyan iki eltisi, daha önce yaptıkları gibi hem araziye çakılan kazıkları sökecekti, hem de söktükleri kazıklarla Deli Satıyı dövecekti. Onun için başının belaya girmesinden korktuğu Deli Satı’yı sakinleştirmeye ve bu işten vazgeçirmeye karar verdi. Oturduğu sandalyeden kalkarak Deli Satı'ya yaklaştı;
-Boş ver, Satı abla. Onların namussuzlukları bitmez. Seni orada döverler, möverler.
-Gelsinler de şu baltayla kafalarını, gözlerini yarayım.
-Bizim yerler boş duruyor Satı abla. İstediğin gibi ek, biç.
-Ben, onlardan kocamın hakkını istiyorum, çocuklarımın hakkını istiyorum.
-Beni dinle Satı abla, başını belaya sokma. Bizim yerler yıllardır boş duruyor. Eken yok, biçen yok. Erdoğan'ın bu önerisiyle sakinleşmiş, rahatlamıştı Deli Satı. Aç kalma kaygısından kurtulunca asık yüzünden eser kalmamıştı, pörtlemiş gözleri yuvalarına oturmuştu.
-Kardeşlerin bir şey demesin?
-Kardeşlerim hiçbir şey diyemez. Benim yerim başka, onların yerleri başka. Domates ekersin, patlıcan ekersin, biber ekersin, canın ne çekerse onu ekersin. Kimse karışamaz.
-Ekerim. Fasulye de ekerim, mısır da ekerim, mancar da ekerim, marul da ekerim, soğan da ekerim, pırasa da ekerim, her şey ekerim.
-Arazinin önünden dere akıyor. Akşamları gölge indikten sonra sularsın, yiye yiye bitiremezsiniz.
-Sularım, sulamam mı? Gece yarılarına kadar sularım.
-Yetişenleri toplarsın, benim el arabasıyla eve taşırsın.
-Araba istemez. Yeter ki olsunlar, küfelere doldurup doldurup sırtımda taşırım.
-Tamam işte. Orası da toprak, burası da toprak. Onlarla didişip boş yere başını belaya sokma.
-Sağol Erdoğan. Bilirsin, senin rahmetli annenle benim annem dosttu, arkadaştı. Annem her bayram sizin eve gelirdi, senin rahmetli annen de her bayram annemin evine gelirdi.
-Bilmem mi, Satı abla.
***
Deli Satı’nın “o domuz” dediği kişi; kayınpederi olan, kocasının babası olan Satılmış efendiydi.
Kömür işletmesinde en düşük dereceli memur olarak çalışmaya başlamıştı, Satılmış. Okuma yazma bilmeyenler kazmacı, domuzdamcı olurken, okuma yazma bilen Satılmış, memur olmuştu.
Askerliğini yaptığı Yavuz gemisinde okuma yazma öğrenmişti, Satılmış. Okuma yazma kursunda üstün başarı göstermiş ve bu üstün başarının ödülü olarak erlikten onbaşılığa yükseltilmişti. Okuma yazma bilmesi sayesinde, askerliğini bitirir bitirmez Kömür İşletmesinde memurluğa başlamıştı.
Okuma yazma bilenlerin mumla arandığı o dönemde memur olmak, çok büyük bir başarıydı ve saygıyı hak ettiriyordu. Bu çok büyük başarısından sonra “Satılmış efendi” denmeye başlanmıştı, Satılmış’a. Toplumda itibarı vardı, saygınlığı vardı.
Ölen babasından Satılmış efendiye kalan miras; 23 dönüm arazi, bir çift öküz, öküz arabası, boyunduruk, pulluk, tırmık, düven gibi tarım araçlarıydı.
Miras kalan 23 dönüm arazi yaklaşık 300 metre boyunda, uzunlamasına bir araziydi. Arazinin bir kısmı yamaç, büyük kısmı düzlüktü. Düzlüğün bitiminde, ormana doğru çıkan yamaç başlardı. Yamaçtan sonra kestane ormanı başlıyordu.
Düzlüğün önünden dere akıyordu. Yaz gelince derenin suyu azalırdı, çukur kısımlarda göllenen sulardan başka su görülmezdi dere yatağında. Derenin suyu azalırdı ama kesilmezdi. Azalan su, dere yatağında biriken alüvyonun içinden akarak denize ulaşırdı. Derenin bir kıyısından öbür kıyısına yürüyerek geçilirdi, ayakkabıların tabanı ıslanmazdı. Kuru dere yatağında açılan çukurlardan kovalarla alınan sularla, ürünler sulanırdı.
Kendiliğinden yetişmiş kızılağaçlar, derenin iki kıyısı boyunca uzanıyordu. Tarım arazilerine gölge yapmasından diye her yıl budanan kızılağaçların dalları ince, yaprakları taze olurdu. Şiddetli yağmurlarda taşan dere, iki yanındaki arazileri verimli topraklarla doldururdu. Bu verimli topraklara taş ekilse, biterdi.
Yirmi üç dönüm arazinin öküzle sürümü, ekimi, dikimi ve hasat işlerinin yapılması çok zaman alıyordu ve çok emek istiyordu. Bundan dolayı memurluk dışında kalan zamanının tamamını arazi işlerine ayırmak zorunda kalıyordu, Satılmış efendi. Cumartesi günü öğleden sonralarını, Pazar günlerini ve diğer tatil günlerini, arazide çalışarak geçiriyordu. Öküzle toprak sürme işlerinin yapılacağı zamanlarda, yıllık izine çıkıyordu.
Arazinin tarım yapılabilen düzlükleri, iki bölüme ayrılmıştı. Dereye yakın düzlükler, bostana ayrılmıştı. Dereden uzak düzlükler, tarlaya ayrılmıştı.
Bostana ayrılan topraklarda pırasa tohumu, marul tohumu, mancar tohumu, domates tohumu, patlıcan tohumu ve biber tohumu ekilerek fide yetiştiriliyordu, yetiştirilen fideler dikiliyordu, fasulye ekiliyordu, bakla ekiliyordu, bezelye ekiliyordu, ıspanak ekiliyordu, patates ekiliyordu. Dereden taşınan sularla, ekilen ve dikilen sebzeler sulanıyordu.
Tarlaya ayrılan topraklara arpa, buğday ve mısır ekiliyordu. Mısırların arasına mancar fideleri dikiliyordu.
Arazinin tarım yapılamayan yamaçlarına meyve ağaçları dikmişti, Satılmış efendi. Kiraz ağaçları çoğunluktaydı. Kestane, ceviz, elma, incir ve ayva ağaçları dha azdı. Ağaçlardan tek tek toplanan kirazlar, bez örtüler üzerinde kurutulur ve hoşaf yapmak üzere havadar çuvallara doldurulurdu. Kestaneler; kabuklarıyla suda haşlanır, güneşte kurutulur, taş gibi sertleşen kestaneler havadar çuvallara doldurulurdu. Kabuklarından çıkarılan kestaneler suda kaynatılarak yumuşatılır, içine şeker katılarak "zırva" denilen tatlı yapılırdı. Elmalar; bıçakla dört parçaya ayrılır, bez örtüler üzerinde güneşte kurutulur ve hoşaf yapmak üzere havadar çuvallara doldurulurdu. İncir ve ayvalar, günübirlik tüketilirdi.
***
Kızları evlenip gidince, gelinleri birbirine girince, kendisi emekli olunca ve öküzlerden birisi ölünce; yorgun Satılmış efendi tarımı bıraktı. Miras kalan yirmi üç dönüm araziyi, tapusunu vermeden üç oğlu arasında paylaştırdı. Büyük oğluna arazinin yarısını, küçük oğluna diğer yarısını verdi. Ortanca oğluna arazi vermedi. Bu adaletsiz paylaşım, kardeşler arasında yıllarca sürecek dargınlık ve küskünlük dönemini başlattı.
Çocukları arasında adaletsiz davranması, Satılmış efendinin saygınlığını ve itibarını biraz azalttı. Yüzüne karşı söylenmese de, arkasından konuşuluyordu. “Ondan beklemezdik” diyenler vardı, “yıllarca bizi kandırmış” diyenler vardı, “adam sanmıştık” diyenler vardı, “beş para etmezmiş” diyenler vardı, "adam değilmiş" diyenler vardı, ...
Bu adaletsiz paylaşımdan sonra büyük oğulun ve küçük oğulun evleri mısırla, buğdayla, arpayla, patatesle, fasulyeyle, baklayla, bezelyeyle, unla, salçayla, çeşit çeşit turşuyla dolup taşmaya başladı. Kendileri bolluk içinde yaşarken, gelinlerin akrabaları da bu bolluktan paylarını alıyordu. Ortanca oğulun evinde ise yiyeceğin kırıntısı yoktu, açlık vardı.
Ortanca oğulun evinde altı kişi vardı; kendisi, karısı Deli Satı ve dört çocuk. Çocukların ikisi ilkokula gidiyordu, küçük olan ikisi okula gitmiyordu. Bu evde her gün yiyecek sıkıntısı olurdu. Ekilecek toprak yoktu, kazanılan para yetmiyordu. Ne yapacağını, ne pişireceğini bilemeyen Deli Satı çaresiz kalırdı, yüksek sesle söylenmeye başlardı. Deli Satı’nın söylenmesini duyanların bazıları, “gene delirdi” derlerdi. Bir pişirimlik fasulye, patates, mancar, bakla, bezelye, patlıcan, biber, kabak gibi sebzeler getirirdi bazı komşuları. “Kız Satı, hiç çekinme, bizim bostana gir, istediğin kadar pırasa kes, mancar kes” diyenler de vardı.
Mancar yemeği, Deli Satı’nın hemen her gün pişirdiği yemekti. Büyük bir tencerede pişirirdi mancarı ve iki gün yerlerdi. Çocuklardan bir tanesi, tenceredeki mancar yemeğini görünce “her gün mancar yemekten bıktım” diyerek tencereyi yere atmıştı.
Komşulardan yiyecek yardımı gelmediği günlerde, dört çocuğunu alıp utana sıkıla annesinin evine giderdi deli Satı. Karınlarını doyurmak için bu ziyaretlerin yapıldığını herkes bilirdi. Öğlen yemeğini ve akşam yemeğini, annesinin evinde yerlerdi.
Öğünlerdeki menü değişmezdi: mısır ekmeği, mancar, hoşaf ve turşu. Değişen, turşu olurdu. Domates turşusu, biber turşusu, fasulye turşusu, patlıcan turşusu. Ormandan toplanmış mantar ya da av eti varsa, ziyafet sayılırdı.
Akşam yemeği yendikten ve çay içildikten sonra dönüş hazırlıkları başlardı. Kapıdan çıkarken kızının eline bir sepet tutuştururdu annesi. Sepette mısır ekmeği, mancar yemeği, turşu, hoşaf ve evin önündeki bostandan toplanmış yeşillikler olurdu.
Deli Satı’nın annesinin evine yaptığı ziyaretlere, kömür ocağında kazmacı olarak çalışan abisi çok kızardı. “İyi be, ben kazanayım, onlar yesin” diyerek annesinin üzerine yürürdü. İki eliyle annesinin boğazını sıkarak “bir daha gel-me-ye-cek-ler” derdi. Annesi de “ana yüreği, ne yapayım, nasıl gelmeyin derim” diye ağlardı.
Deli Satı’nı kocası Tahir, köyde bakkallık yapıyordu. Köyde başka bakkallar da olduğundan evin günlük harcamalarını karşılayacak parayı kazanamıyordu. Biraz daha fazla para kazanmak umuduyla tehlikeli bir işe girişmişti Tahir. Bir perdeyle ikiye böldüğü bakkalın arka kısmını meyhaneye dönüştürmüştü, kaçak işletilen meyhaneye. Akşam olunca, müşterilerin ayağı kesilince, el ayak çekilince, rakı masası kuruluyordu kaçak meyhanede.
Meyhanenin müşterileri, maaşlı işlerde çalışanlar ve emeklilerdi. Bakkalda satılan ekmek, rakı, balık konservesi, barbunya konservesi, patlıcan konservesi, yalancı dolma konservesi, turşu ve beyaz peynirle masa donatılıyordu. Meyhane müşterilerinin evlerinde hazırlayıp getirdikleri süzme yoğurt, cacık gibi mezeler ve meyveler de tabaklanarak masaya yerleştiriliyordu. Bakkal Tahir, verdiği garsonluk hizmetinin ve sattıklarının parasını bazen peşin alıyordu, çoğu zaman bakkal defterinden ayrı tuttuğu bir deftere yazıyordu. Maaşların alındığı günün akşamında eski masaların hesapları ödeniyordu ve mutlaka yeni masalar kuruluyordu. Meyhane müşterileri, maaş gününün gelmesini dört gözle bekliyorlardı.
Tabaklara boşalttığı konserve kutularının diplerini ekmekle sıyırıp yerdi bakkal Tahir. Kimseler görmeden yapardı bunu. Müşterilerin ikram ettiği rakıyı götürdükten sonra çatalın ucuyla aldığı mezeleri ağzına atıverirdi. Müşteriler gittikten sonra tabaklarda kalan mezeleri ve meyveleri yerdi. Bakkal Tahir’in akşam yemekleri genelde böyle olurdu. Bulaşıkları yıkar, birkaç saat tek başına otururdu bakkalda. Eve gidince de kendisini bekleyen Deli Satı’nın bitmek bilmeyen dırdırını dinlerdi.
***
Deli Satı'nın içi içine sığmıyordu. Kahveci Erdoğan’la konuşmasını bir an önce bitirmek, ekip biçeceği araziye koşmak istiyordu. Konuşmaları bitince, kendini Kahveci Erdoğan’ın arazisinde buldu. Sanki kendi arazisiymiş gibi yapacağı işleri sıraladı kafasında. Arazinin büyük bölümünü kaplamış böğürtlen çalılarını kesecekti, bir daha büyümesinler diye köklerini sökecekti. Yıllardır el değmemiş toprağı ot bürümüştü, ottan toprak görünmüyordu, otları temizleyecekti. Dere boyunca sıralanmış kızılağaçlar büyümüştü, dallanmıştı. Yapraklanınca güneş ışınlarını geçirmeyeceklerdi, gölge yapacaklardı, onları kesecekti. Çoktandır kazma yüzü görmeyen, pulluk yüzü görmeyen toprak sıkışmıştı, sertleşmişti. Sert toprağı nasıl kazacaktı? Öküz kiralayıp pullukla sürdürmeye parası yoktu. Dereden taşıyacağı sularla araziyi sulayacaktı ve yumuşayan toprağı kazmayla kazacaktı. Kazdıkça toprak kokacaktı, toprak koktukça kazacaktı. Annesinden ve komşulardan alacağı pırasa tohumlarını, mancar tohumlarını, patlıcan tohumlarını, biber tohumlarını, domates tohumlarını, hıyar tohumlarını, kabak tohumlarını ekecekti, fideler yetiştirecekti. Her akşam gölge indikten sonra fideleri sulayacaktı, kalem gibi fideler yetiştirecekti.
Fidelerin sökülüp dikimine gelecekti sıra. Herkes gibi yağmur yağmasını beklemeyecekti. Dereden kovalarla taşıyacağı suyla toprağı ıslatacak, ıslattığı toprağa fideleri dikiverecekti. Her akşam gölge indikten diktiği fideleri sulayacaktı, kurutmayacaktı onları.
Dikeceği fideler önce çiçek açacak, sonra minnacık ürünler verecekti. Hem çiçekleri, hem minnacık ürünleri elleriyle sevecekti, incitmeden sevecekti. Domatesler yeşilken, fasulyeler, biberler ve patlıcanlar küçükken, cam kavanozlara çeşit çeşit turşular kuracaktı. Bostanda yetişen mis kokulu biberleri ve domatesleri, evden getireceği tuza bandıra bandıra yiyecekti. Ekmek falan istemeyecekti. Taze mısırla, fasulyeyle, patlıcanla, domatesle, biberle dolduracağı küfeyi sırtına yüklenip evine dönecekti. Bugün ne pişireyim derdinden, telaşından kurtulacaktı.
Yalayıp geçen soğuk rüzgar, Deli Satı’yı kendine getirdi. Hemen gökyüzüne baktı, gökyüzünü kapkara bulut kaplamıştı. Yeryüzünü ısıtan, pırıl pırıl aydınlatan, cana can katan güneş yoktu ortalıkta. İspinoz kuşlarının ağız dolusu şakıması duyulmuyordu, kurbağaların vıraklaması duyulmuyordu. Uçuşan arılar ve kelebekler de yoktu ortalıkta. Yağmur atıştırmaya başladı, damlalar çok soğuktu.