DOKUZUNCU GÜN

            Kış ortasında yaz günleri yaşanıyordu. Hava sıcaklığı güneşle birlikte yükseliyordu. Öğleye doğru sıcaklık yirmi dereceyi geçiyordu ve sanki yaz mevsiminin ilk günleri yaşanıyordu. Güneşin doğmasıyla yavaştan esmeye başlayan ılık rüzgar, bir süre sonra yok oluyordu.

            Hava sıcaklığındaki bu artış, canlıların davranışlarını değiştirmişti. Kat kat giyinmeler bırakılmıştı, kalın giysilerin yerini ince giysiler almıştı, kısa kollu giyenler vardı. Gündüzleri yakılmaya sobalar akşama doğru havanın soğumasıyla yakılıyordu. Bacalardan çıkan dumanlar, durgun havada dimdik yükseliyordu.

            Bu güzel havaları fırsat bilenler, bağ ve bahçelerde çalışmaya başlamıştı. Testere ve makaslarla meyve ağaçları budanıyordu, gül ağaçları budanıyordu, bağlar budanıyordu. Ağacın büyüklüğüne göre; ağaca çıkarak budayanlar vardı, ağaca merdiven dayayarak budayanlar vardı, yerden budayanlar vardı. İri dallar odun yapılıyordu. İnce dallar ortada yığılıyordu ve kuruduklarında yakılacaklardı. Mayıs ayında yapılması gereken sürüm ve ekim hazırlıkları başlamıştı. Mısır kökleri, mancar kökleri, kendiliğinden biten otlar sökülüyor, tarlaların ortasına dağ gibi yığılıyor yakılıyordu.

            Erik ağaçları, zamanından çok önce tomurcuklanmıştı. Çiçek açanları vardı, yaprağa dönenleri vardı. İncir ağaçları dal uçlarından yapraklanmaya başlamıştı. Fındık ağaçları püsküllenmişti. Mor menekşeler, papatyalar, yaban gülleri çiçek açmıştı. Sarmaşıkların taze sürgünleri açık yeşil yapraklarıyla kendisini gösteriyordu. Bitkilerin tamamında bir canlanma, bir kıpırdanma olduğu görülüyordu.

            Bitkilerde olduğu gibi hayvanlarda da bir canlanma, bir kıpırdanma vardı. Sabahın köründe ötmeye başlayan kuşlar, daldan dala atlayarak börtü böcek arıyordu. İspinoz kuşları, çıplak ağaçların en yüksek dallarında ağız dolusu şakıyarak özgürlüğün ve huzurun tadını çıkarıyordu. İlkbaharda havaların ısınmasıyla ortaya çıkan yeşil kelebekler, kış ortasında havalardaydı. Kovanlarından çıkan arılar temizlik uçuşu yapıyordu, bağırsaklarında birikmiş pislikleri atıyordu. Köyün ortasından geçen dereden kurbağa vıraklamaları geliyordu. Yuvalarından çıkan balık sürüleri oldukları yerde duruyorlardı ve kıvıl kıvıldılar. İşi gücü bırakan köpekler güneşe karşı yatıp uyuyordu. Başlarını ön ayakları üzerine koyup yatanlar vardı, yan yatanlar vardı. Sırt üstü yatmış, ayaklarını havaya kaldıranlar da vardı. Bir kıpırtı duyduklarında gözlerini hafiften açarak bakıyorlardı. Herhangi bir tehlike olmadığını anlayınca gözlerini kapatıyorlardı, uykuya dalıyorlardı. Bunlar yetmezmiş gibi kaplumbağa gördüğünü söyleyenler vardı, yılan gördüğünü söyleyenler vardı, kertenkele gördüğünü söyleyenler vardı, sincapların ağaçlarda dolaştığını söyleyenler vardı.

            Tahtalı Tepeden sızan ve çıplak kayalar üzerinde yayılarak akan sular, güneş ışınlarını ayna gibi yansıtıyordu ve gözleri kamaştırıyordu.

            Kış mevsiminde böyle bir havayı ne gören vardı,  ne duyan.

            Bu dönemde buralarda yoğun kar yağışı olurdu. Kar yağışı başlayınca göz gözü görmezdi. Saatlerce süren, günlerce süren kar yağışları olurdu, kar kalınlığı bir metreyi geçerdi. Yollar kapanırdı, elektrik telleri kopardı, elektrik direkleri yıkılırdı, su boruları donardı. Günlerce elektrik olmazdı, su olmazdı. Kovalara doldurulan karlar, soba üzerinde eritilerek su elde edilirdi. Bahçelerdeki karlar kürekle temizlenerek bulunan mancarlar ve pırasalar, küfelere doldurularak evlere dönülürdü. Saçaklardan sarkan buzların boyu iki metreye ulaşırdı. Bu buzlar, ağırlık yaparak çatıyı çökertmesin diye uzun sırıklarla kırılırdı. Kar altında kalan meralara gidemeyen hayvanlara yem yetişmezdi. Hayvanlarına yem alacak parası olmayanlar bazı hayvanlarını kesip etini satardı, kazandıkları parayla kalan hayvanlara yem alırdı. Ağaçların dalları kar yükü altında eğilirdi, kar yükünü kaldıramayan dallar çatırdayarak kırılırdı. Geceleri kırılan dalların çatırtısı, insanları korkuturdu, hele çocukları. Ormanlarda yiyecek bulamayan kurtlar, tilkiler ve diğer hayvanlar geceleri köylere inerdi, kümeslere ve ahırlara dadanırlardı. Kümeslerin ve ahırların çevresinde dolaşırlar, içeri girecek bir boşluk ararlardı. Aç kuşlar, kar yükü altında eğilmiş dallarda meyve kırıntısı arardı, tohum kırıntısı arardı, böcek arardı. Yeterli besini bulamayan kuşlar gecenin ayazına dayanamazdı ve ölürdü, kar üzerine düşen bedenleri aç hayvanlara yem olurdu.

            Yıldızların iri iri olduğu, takım yıldızlarının görüldüğü, galaksilerin görüldüğü, kayan yıldızlarının cirit attığı bulutsuz kış gecelerinde kar yağmazdı ama uzayın soğuğu yeryüzüne çökerdi. Böyle gecelerde ayaz olurdu, kırağı yağardı, dışarıda kalan her şey donardı. Kuru soğuk insanların iliklerine işlerdi, el ayak tutmazdı, ağızlardan buhar çıkardı. Kutup bölgelerinde olduğu gibi dereler donmazdı ama tarlalardaki su birikintileri donardı, yollardaki su birikintileri donardı. Yollardaki vıcık vıcık çamur donardı, taş kesilirdi. Ayak izleri ve teker izleri kalıp gibi çıkardı. Arabalar, ay yüzeyini andıran yollardan hoplaya zıplaya geçerdi. Havanın aydınlanması ve güneşin doğmasıyla çözülme başlardı, erime başlardı. Ham yollar çamur deryasına dönerdi. Yoldan geçen insanlar, hayvanlar ve arabalar, çamura batardı. Çocuklar, su birikintilerindeki buzları ayaklarıyla çatır çatır kırardı. Sonra da ıslak ayakları, donmuş elleri, kızarmış yüzleri ve kulakları, sümüklü burunlarıyla evlerine dönerlerdi. Annelerinden bir güzel dayak yedikten sonra yanan sobaya iyice yanaşarak ısınırlardı.

            Kışın ortasında görülen bu olağanüstü hava, çeşitli söylentilerin çıkmasına ve hızla yayılmasına neden olmuştu. ‘Sakallı bebeklerin doğduğu’ söylentisi çıkmıştı, ‘keçi başlı yılanların görüldüğü’ söylentisi çıkmıştı, ‘mezarlıklardan çığlıkların geldiği’ söylentisi çıkmıştı, ‘geceleri mezarlarından çıkanların, bir yudum su diyerek dolaştıkları’ söylentisi çıkmıştı, ‘geceleri, camilerden gürültü geldiği’ söylentisi çıkmıştı, ‘çok şiddetli deprem olacakmış’ söylentisi çıkmıştı, ‘dünyanın sonu yaklaşmış’ söylentisi çıkmıştı,  …

            Bu söylentilerin çıkmasından sonra özellikle ‘dünyanın sonu yaklaşmış’ söylentisinin çıkmasından sonra bazı kişilerin ‘biz dememiş miydik’ demeleri, ‘aklınızı başınıza alın dememiş miydik’ demeleri, ‘ayağınızı denk alın dememiş miydik’ demeleri, ‘şimdi sizi kim kurtaracak’ demeleri, toplumda korku ve endişe yaratmıştı. Ölüm ve cehennem korkusuna kapılanlar, cehennemden kurtulma girişimlerini başlatmıştı. Önlerinde fazla zamanları yoktu, dünyanın sonu her an gelebilirdi. Sağ taraftan verilecek sevap defterinin, sol taraftan verilecek günah defterinden daha ağır olmasını sağlayacak çalışmalarına hemen başladır. Namaz kılanlar daha fazla namaz kılmaya başladılar, namaz kılmayanlar namaza başladılar, Ramazan ayı olmamasına rağmen oruç tutmaya başladılar. Bunların dışında başlarına takke geçirip dolaşanlar vardı, tespih çekerek dolaşanlar vardı, her önüne gelene selamünaleyküm diyenler vardı, takkeli başlarını yana eğip saatlerce dua edenler vardı, şalvar giymeye başlayanlar vardı, sakal bırakanlar vardı, ihtiyar anne ve babalarıyla ilgilenmeye başlayanlar vardı, hayır kurumlarına para bağışı yapanlar vardı, tövbe edip içkiyi bırakanlar vardı, bu memleketi dinden imandan çıkarmak isteyenlere bağıra bağıra küfür edenler vardı, …

            Bu söylentiler ve bu söylentilerin toplumda yarattığı korku ve endişe, Resmi makamları açıklama yapmak zorunda bırakmıştı. Resmi makamların yaptığı açıklamalar gazetelerde, radyolarda ve televizyonlarda yayınlanmıştı.

-Kuzey Afrika’dan gelen sıcak hava dalgası, hava sıcaklığını mevsim normallerinin üzerine çıkarmıştır. Toz taşınımı olabilir. Birkaç güne kadar mevsim normallerine dönüş olacaktır. Korkuya mahal verecek bir durum yoktur.

-Son yıllarda ülkemizde görülen büyüme, kalkınma ve gelişmeden rahatsız olan dış mihrakların ve yerli işbirlikçilerinin bu tür söylentileri çıkarmalarını, milli birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla muhtaç olduğumuz şu günlerde esefle kınıyoruz.

-Yüce dinimizde yeri olmayan dedikodu, hurafe ve söylentilere; Müslüman kardeşlerimiz bu güne kadar itibar etmemiştir, bundan sonra da itibar etmeyecektir.

-Bu yalanları uyduranlar, bağımsız ve tarafsız yargıya hesap verecektir.

            Hava sıcaklığındaki artışların dokuzuncu gününde Camii Yaptırma ve Yaşatma Derneği’nin toplantısı yapılacaktı. Dernek başkanı Hüseyin SARI, yatsı namazından sonra dernek toplantısı yapılacağını kahveci Erdoğan’a birkaç gün önce söylemişti, hazırlıklara başlamasını istemişti. Toplantının yapılacağı gün yani dokuzuncu gün, öğle ezanından önce minare hoparlöründen duyuru yapıldı:

-Alo, alo. Dikkat, dikkat. Bu akşam, yatsı namazından sonra Erdoğan’ın kahvesinde camii toplantısı yapılacaktır. Her evden en az bir kişi katılacaktır. Tekrar ediyorum. Bu akşam, yatsı namazından sonra Erdoğan’ın kahvesinde camii toplantısı yapılacaktır. Her evden en az bir kişi katılacaktır.

          Toplantı yeri ve saati duyuruldu, toplantıya her evden en az bir kişinin katılması istendi. Aynı duyuru ikindi, akşam ve yatsı ezanlarından önce de yapılacaktı.

            Hava sıcaklığındaki artışın dokuzuncu gününde gökyüzü masmaviydi, bir parça bulut bile yoktu. Hiçbir engelle karşılaşmayan güneş ışınları yeryüzünü aydınlatıyordu, ısıtıyordu ve cana can katıyordu. Kelebekler ve arılar havalardaydı, daha hızlı uçuyorlardı. Dereden gelen kurbağa vıraklamaları düne göre çoğalmıştı. Güneşe karşı yatan köpekler daha derin uykulara dalmışlardı, bir kıpırtı duyduklarında gözlerinin açamıyorlardı.

            Kahveci Erdoğan, yatsı namazından sonra yapılacak toplantının hazırlıklarına sabahın erken saatlerinde başladı. Pencerelerdeki perdeleri ve masalardaki örtüleri çıkardı, yıkanmak üzere üst kattaki evine çıkardı. Perdeler ve örtüler yıkandılar, güneşe karşı asıldılar, kurumaya bırakıldılar. Akşama kadar kururlardı. Diyelim ki kurumadılar;  perdeleri yarı ıslak takardı, örtüleri yarı ıslak sererdi. Sobanın sıcağında nasıl olsa kururlardı. Perdeler ve örtüler yıkanırken kahvaltı yaptı, kahveci Erdoğan. Kahvaltıdan sonra kahveye indi, yapılacak diğer işlere girişti. Dün geceden kalan bulaşık bardakları, tabakları, kaşıkları ve çaydanlıkları yıkadı. Kahvenin ortasında duran sobanın külünü çıkardı. Kahvenin sürekli müşterisi olan ve çoğu zaman çay parası almadığı bir kişinin yardımıyla sobanın borularını söktü, borulardaki kurumu temizledi ve boruları yerine taktı. Yardım eden kişi gidince bundan sonraki işler kahveci Erdoğan’a kaldı. Masaları ve sandalyeleri dışarı çıkardı. Masaların ayaklarını ve sandalyeleri ıslak bezle sildi, güneşe karşı kurumaya bıraktı. Ayakkabılarla gelen çamur kırıntılarını, marangozdan alıp tabana serdiği kire batmış talaşları ve müşterilerin attığı izmaritleri dışarıya süpürdü. Musluğa taktığı hortumla kahvenin tabanını yıkadı. Üç pencerenin camlarını sildi. Pencereleri açık bırakarak kahveyi havalanmaya bıraktı. Açık pencerelerden girip çıkan hava akımı; hem kahvenin ıslak tabanı kurutuyordu, hem de kahveye sinmiş sigara kokusunu söküyordu. Duvardaki “ağzına bira bardağı getirmiş bayan” resmi olan takvimi kaldırdı, “Selimiye Camii” resmi olan takvimi astı.

            Kahvenin tabanı da kuruyunca masaları ve sandalyeleri içeriye taşıyıp yerlerine yerleştirecek, perdeleri takacak, masa örtülerini serecek, akşam yapılacak toplantıya hazır duruma gelecekti. Akşama doğru sobayı yakacak, çaydanlığı sobanın üzerine koyacak, çayı demleyecekti. Sırada mola vardı, dinlenmek vardı.

            Kahveci Erdoğan güneşe karşı sandalyeye oturdu, bir sigara yaktı, ayaklarını uzattı gözlerini kapattı, işini yapmanın huzuruyla molayı başlattı.

***

          Öğleden sonra gökyüzünü kara bulutlar kapladı, hava soğudu. Havanın bozacağını anlayan kahveci Erdoğan, güneşte kurumaya bıraktığı masa ve sandalyeleri içeriye taşıdı, yerlerine yerleştirdi. Pencereleri kapattı. Güneşte ısıtmaya bırakılan perdeleri ve masa örtülerini apar topar toplayarak yağmaya başlayan yağmurdan kurtardı. Yarı ıslak perdeleri kornişlere taktı. Yarı ıslak perdeleri masaların üzerine serdi, üzerlerinden ütüyle geçti.

          Çam ormanından rüzgarın uğultusu ve kurt ulumaları geliyordu.

          İspinozların ağız dolusu şakımas ve kurbaların vıraklamaları kesildi. Arılar ve kelebekler ortadan kayboldu. Yattıkları yerlerden kalkan köpekler anlamsızca dolaşmaya başladılar.

          Yağmakta olan yağmur; akşama doğru karla karışık yağmura döndü, hava kararınca kara döndü.

***

          Dernek yönetimi bu toplantıya çok önem veriyordu, katılımın oldukça yüksek olmasını istiyordu. Öğle ezanından, ikindi ezanından ve akşam ezanından önce minare hoparlöründen yapılan duyuruyu yatsı ezanından önce de yaptırdı.

          Dernek yönetiminin ve imamım oturacağı masayı yola bakan pencereye yakın hazırlamıştı, kahveci Erdoğan. Mavi örtüyü ütüleyerek masaya sermişti. Diğer masalara yeşil renkli örtülerini sermişti. İçinde şişe suları ve bardaklar olan tepsiyi masanın ortasına koymuştu. Yeni açılmış kağıt mendil paketi ile ıslak mendil paketi, tepsinin yanında duruyordu.

          Dışarıdan gelen konuşmalaları, ayakkabılara ve paçalara yapışmış karları düşürmek amacıyla yere vurulan ayak seslerini duyan kahveci Erdoğan “geldiler” diyerek oturduğu yerinden fırladı, sobanın içinde kaynak yapmış taşkömürünü süngüledi. Çaydanlıkta kaynayan suyun fokurtusu duyuldu. Çaydanlığın ağzından fışkıran kaynar sular sobanın üzerine düştü, onlarca su küreciğine dönüştü. Kızgın sobanın üzerinde zıpzıp zıplayan su kürecikleri buharlaşarak küçüldüler ve yok oldular.

          Önde imam, arkada dernek başkanı, dernek yönetim kurulu üyeleri ve diğerleri girdiler kahveye. Dışarıda temizlemelerine rağmen ayakkabılarında, pantalon paçalarında ve paltolarında kalan karlar, kahvenin sıcak havasında hemen eridiler. Paltolarını çıkarıp askıya astılar, kendilerine ayrılan mavi örtülü masanın çevresindeki sandalyelere oturdular. Kahveci Erdoğan’ın ‘şirketten’ dediği çaydan ikişer tane içtiler. Şirketten sözcüğünün ‘parasız’ anlamına geldiğini, ‘para alınmayacak’ anlamına geldiğini, ‘bedava’ anlamına geldiğini hepsi biliyordu. Çaydanlığın dibini kurutuncaya kadar içebilirlerdi.

          Toplantıya katılım azdı. Her evden en az bir kişinin toplantıya katılması istenmişti ama her evden bir kişi gelmemişti, on evden bir kişi ancak gelmişti. Katılımın az olması imamı çok kızdırmıştı. Sadece mavi masa çevresinde bulunanların duyabileceği sesle tepkisini gösteriyordu ama kahvedeki herkes imamın öfkesini görüyordu.Dernek başkanının yalvarmaları olmasa, toplantı başlamadan kalkıp gidecekti.

            Dernek başkanı “çay, çok güzelmiş” diyerek şirketten üçüncü çayları istedi. Üçüncü çayı istemekteki amacı, belki gelenler olur diye biraz daha beklemekti. Üçüncü çaylar bitinceye kadar gelen olmadı.

          Toplantıyı başlatmamakta direnin dernek başkanı Hüseyin SARI:

-Ağaçlara su yürümeden havanın bozması çok iyi oldu. Ağzımıza atacak bir meyve bulamazdık.

          İmamın öfkeli bakışını gören başkan; konuşmasını kesti, perdeyi kaldırdı, camdaki buğuyu eliyle sildi, dışarıya baktı. Dışarıda yoğun kar yağışı olduğunu sokak lambasının ışığında gördü.

           Dernek başkanı, sadece mavi masadakilerin duya bileceği bir sesle:

-Hava çok kötü. Bu havada gelen olmaz, toplantıyı başlatalım” dedi.

          Öfkesi üzerinde olan imam:

 -Kötü hava bahane, laik düzende ancak bu kadar oluyor.

            Toplantıya katılımın düşük olmasından dolayı             imamın iyice öfkelendiğini gören ve şiddetli kar yağışından dolayı gelen olmayacağını düşünen başkan Hüseyin SARI, toplantının açılış konuşmasına başladı:

-Değerli arkadaşlarım. Hava kötü, dışarıda çok şiddetli kar yağıyor. Bu havada sizleri fazla tutmak istemiyorum, hemen konuya girmek istiyorum. Biliyorsunuz, camimizin imamı evli ve iki yavrusu var, kirada oturuyor. Köy odasının üzerine bir kat çıkarak imam evi yaptırmak istiyoruz. Bunu yaparak; şimdiki imamımızı ve sonradan gelecek imamlarımızı kiradan kurtarmak istiyoruz. Derneğimizin bütçesinde bu işi yapacak para yok. Sizlerin ayni ve nakti yardımlarıyla yapabiliriz. Valilikten para isteyeceğiz. Belediyeden ve kamu kuruluşlarından kum isteyeceğiz, çakıl isteyeceğiz, kamyon isteyeceğiz. Bu konuyu sizlere anlatmak ve sizlerin görüşlerini almak amacıyla bu toplantıyı düzenledik. Konuyla ilgili konuşmak isteyenler buyursunlar, konuşsunlar.         

            Garip Dursun söz istedi.

            Garip Dursun’un gerçek adı Dursun TAŞKESEN dir. Taşkömürü İşletmesi sosyal tesisinde garsonluk yapıyordu. Evliydi, üç ve beş yaşlarında iki çoçuğu vardı. Dursun’un, şiddetli geçimsizlik nedeniyle  karısından boşandığı duyuldu. “Ağzı var, dili yok” bir kadındı Dursun’un karısı. Bundan dolayı şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşanmaya kimse inanmıyordu. Kimse inanmıyordu ama boşanmanın gerçek nedeni merak ediliyordu, tahminler yapılıyordu. En fazla kabul gören tahmin şuydu: Sosyal tesislere gelen bayanları gören Dursun, karısını beğenmez olmuştu, evde huzursuzluk yaratarak boşanmanın yolunu hazırlamıştı. Boşanma gerçekleşince, karısı, iki çocuğunu alıp babasının evine yerleşmişti. İki çocuğunu bırakıp Almanya’ya gitmişti. İşleri yola koyunca çocuklarını yanına almıştı. Boşanmayı başaran Dursun, maaşından nafaka kesilmeye başlanınca işten ayrılmış, babasından annesine kalan emekli maaşını yemeye başlamıştı. Annesi de ölünce emekli maaşı kesilmiş, dımdızlak kalmıştı. Evinde ateş yanmaz, yemek pişmez olmuştu. Kardeşleri yardım etmiyordu. Boşandıklarında üç ve beş yaşında olan çocukları büyümüş, Almanya’da çalışmaya başlamışlardı. Onlarda, kendilerine nafaka vermemek için işinden ayrılan babalarına yardım etmiyordu. Bazen ortadan kayboluyordu, aylar sonra ortaya çıkıyordu. Belkide gittiği yerlerde çalışıyor, oralarda biriktirdiği paralarla geçiniyordu. Sefaleti yaşıyordu Dursun. Bu sefalet, Dursun TAŞKESEN adını Garip Dursun yapmıştı. 

          Başkan Hüseyin SARI:

-Buyur, Dursun. Konuş.

          Garip Dursun:

-Köyümüzde taş üstüne taş koyanlardan, köyümüze bir eser kazandıranlardan Allah razı olsun. Cebimde beş kuruş yok ama işçi olarak çalışmaya hazırım.

          Başkan Hüseyin SARI:

-Teşekkür ederim.

          Emekli öğretmen Necati söz istedi.

          Öğretmen Lisesini bitirince  hemen öğretmenliğe başlamış, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde otuzyedi yıl öğretmenlik yapmıştı. Köydeki evi tamamlanınca emekli oldu, köydeki evine taşındı. Evini yaptığı dört dönüm arazisine elma fidanları dikmişti. Elma ağaçlarıyla uğraşarak günlerini geçiriyordu.

          Başkan Hüseyin SARI:

-Buyur, Necati. Konuş.

          Emekli Öğretmen Necati:

-Türkiye’nin çeşitli yerlerinde otuzyedi yıl öğretmenlik yaptım. Otuzyedi yıl kira ödedim. İmam kardeşimiz de kira ödeyebilir.

          Başkan Hüseyin SARI:

-Teşekkür ederim.

          Zabıt Katibi Cemal söz istedi.

          Ticaret Lisesini bitirince Adliye’ye daktilocu olarak girmişti, Cemal. Adliyede gördüklerine ve duyduklarına dayanarak savcı gibi, yargıç gibi, avukat gibi davranıyordu. Bundan dolayı onu savcı sananlar vardı, yargıç sananlar vardı, avukat sananlar vardı. Gerçeği söylemezdi. Kendisinden akıl isteyenlere savcıymış gibi davranırdı, yargıçmış gibi davranırdı, avukatmış gibi davranırdı. Nabza göre şerbet verirdi.

          Başkan Hüseyin SARI:

-Buyur, Cemal. Konuş.

          Zabıt Katibi Cemal:

-Konuyu, hukuki yönden ele almalıyız. Dernekler yasasına bakmalıyız, dernek tüzüğüne bakmalıyız. Camii Yaptırma ve Yaşatma Derneğinin imam evi yapma yetkisi var mı, yok mu görmeliyiz. İmam evi yapma görevi var mı, yok mu,  görmeliyiz. Aksi takdirde sıkıntıya girersiniz, kendinizi yargıç karşısında bulursunuz. Bana sorarsanız, ‘yetkiniz de yok, göreviniz de yok’ derim.

          Başkan Hüseyin SARI:

-Teşekkür ederim.

          Taflan Kemal söz istedi.

          Kemal’in doğru dürüst bir işi yoktu. Ailesiyle birlik yaşıyordu ve babasının emekli maaşıyla geçiniyorlardı. Günübirlik işlerde çalışıyordu. Ormandan topladığı mantarları ve kestaneleri satarak da para kazanıyordu. Başka köylerde defne yaprağı toplanıp satıldığını duymuştu. Defne yaprağı toplayanlarla görüştü, köylerine de gelmelerini istedi. Toplayıcılar köye gelmeye başlayınca birçok kişi defne yaprağından para kazanmıştı. Buralarda defneye taflan denirdi. Bundan dolayı defne yaprağı toplama işini başlatan Kemal’e ‘Taflan Kemal’ dediler.

          Başkan Hüseyin SARI:

-Buyur, Kemal. Konuş.

          Taflan Kemal:

-Odununu veriyoruz, kömürünü veriyoruz, Kuranlarda parasını veriyoruz. Her şeyini veriyoruz. Daha ne verelim?

          Başkan Hüseyin SARI:

-Teşekkür ederim.

           Aleyhte konuşmalar imamım öfkesini kabartmıştı, öfkesi taşmak üzereydi. Dernek başkanı Hüseyin SARI ‘aman hocam, aman hocam’ diyerek imamı sakinleştiriyordu.

          Belki gerginliği azaltır diye hazırladığı sade Türk kahvelerini bir tepsi içinde mavi masaya bırakan kahveci Erdoğan:

-Şirketten. Yarasın.

          Bakkal Nuri söz istedi.

          Köyün dört mahallesi, her mahallenin bir bakkalı vardı. Bu bakkallardan sadece Nuri’nin bakkalında rakı satılıyordu, bira satılıyordu. İmam, köyde göreve başlar başlamaz Nuri’ye kafayı takmıştı. Bakkalda alkollü içki satılmasını istemiyordu. Elçiler göndererek ‘alkollü içki satışından vaçgeçmesini’ tebliğ ettirmişti. Sonunda kendisi gitmiş, kendi düşünceleri tebliği etmişti. Alkollü içki satmanın, alkollü içki içmek kadar haram olduğunu, dinden çıkardığını söylemişti. Bu işten vazgeçmesini istemişti, buradan gidecek rızkın Allah tarafından başka yerden verileceğini söylemişti. Bakkal Nuri ‘benim evi sen mi geçindiyorsun’ diyerek imamı kovmuştu. İmam boş durmamıştı, bakkal Nuri’ye boykot başlatmıştı, müşterisini azaltmıştı. Bakkal Nuri’yi sarsmıştı ama yıkamamıştı.

          Başkan Hüseyin SARI:

-Buyur, Nuri. Konuş.

          Bakkal Nuri:

-Devletten maaş alıyor. Oduna para vermiyor, kömüre para vermiyor. Ete para vermiyor, süte para vermiyor. Sebzeye para vermiyor, meyveye para vermiyor. Paralara takla attıracağına, kira ödesin

          Başkan Hüseyin SARI:

-Teşekkür ederim.

          Dernek başkanı Hüseyin SARI, sadece imamın duyabileceği bir sesle:

-Aman hocam, aman hocam. Sakin olalım.

          Başkana öfkeyle bakan imam, ayağa kalktı:

-Bakın. Sizleri uyarıyorum. Vallahi billahi imamsız kalırsınız. Şimdiki imamlar araştırıyorlar, lojmanı olmayan yerlere gitmiyorlar.

          Başkan Hüseyin SARI:

-Teşekkür ederim.

          Kazmacı Nail söz istedi.

          Nail, kömür ocaklarında kazmacı olarak çalışıyordu. Her gün grizu korkusuyla yaşıyordu, göçük korkusuyla yaşıyordu. Bu korku yüreğine oturmuştu, gitmiyordu. Ocağa girerken korkuyordu, kömür kazarken korkuyordu, ocaktan çıkarken korkuyordu. Her yerde korkuyordu. İmama yapılacak bir iyiliğin kendisine ‘ilahi koruma’ sağlayacağına inanıyordu.

          Başkan Hüseyin SARI:

-Buyur, Nail. Konuş.

          Kazmacı Nail:

-İmam evinin yapılmasını istiyorum. Ancak kimsede para verecek güç yok. Herkes geçim derdine düşmüş. O parayı toplayamayız. En iyisi, imamın kirasını ödemek. Kira parası kimseye dokunmaz. Bir köy, bir imamın kirasını ödeyemez mi?, çok rahat öder.

          Başkan Hüseyin SARI:

-Teşekkür ederim.

          Şoför İsmet söz istedi.

          Mazeretsiz olarak iki cumaya gelmeyenlerin “dinden çıkmış olduğunu ve onların cenaze namazının kılınamayacağını” söylemişti, imam. Burada kalmamıştı, kafadaşlarıyla bir olup cumaya gelmeyenlerin ismini bir deftere yazmıştı, onları fişlemişti. Onlarla karşılaşınca tebliğini yapmıştı, cumaya gelmelerini söylemişti. Bununla da kalmamıştı “Cumaya gelmeyenlerin cenaze namazını kıldırmayacağını” söylemişti.

          Bunun ilk uygulamasını şoför İsmet’in babasında yapan imam:

-Muhterem cemaat. Mazeretsiz olarak iki cumaya gelmeyenleri cenaze namazı kılınmaz diye daha önce söylemiştim. Araştırdım, önünde yatan meftanın cumayla bir ilgisi yokmuş. Bu meftanın cenaze namazı kılınmaz. Yasal görevim nedeniyle usul yerine gelsin diye kıldıracağım. Allah, beni affetsin.

          Başkan Hüseyin SARI:

-Buyur, İsmet. Konuş.

          Şoför İsmet:

-Kirada oturan sadece imam değil. Kirada oturan ebe var, öğretmen var. Bir ebe ve üç öğretmen kirada oturuyor, kiralarını ödüyor. İmam da kirasını ödesin.

          Başkan Hüseyin SARI:

-Teşekkür ederim.

            Şoför İsmet’e teşekkür eden başkana öfkeyle bakan imam yerinden kalktı, askıdaki paltosunu giydi, kapıdan çıkıp gitti.

          On saniye kadar sonra şoktan çıkan dernek başkanı Hüseyin SARI:

-Ne oldu? Neye kızdı? Niçin gitti?

          Kahveci Erdoğan, imamın peşinden dışarı çıktı. Yoğun kardan hiçir şey görünmiyordu. Sokak lambasının kör aydınlığına bir karartı gördü. Karartı, imamın evine doğru gidiyordu.