ERCİYES DAĞI

          Bir hayalim vardı: Türkiye’nin görkemli dağlarına gitmek, tırmanabildiğim kadar tırmanmak, fotoğraflar çekmek, dağlardan taş toplamak ve topladığım bu taşları evde kuracağım müzede sergilemek.

          Bu hayallerimi gerçekleştirecek bir işim yoktu, arabam yoktu, fotoğraf makinem yoktu, oralara gidecek param yoktu. Masum hayallerimle yaşayıp duruyorum.

          Şimdi bir işim var, düzenli bir gelirim var. Yapmam gereken ve önceliği olan birçok iş var. Bu koşullarda hayalimi gerçekleştirebilecek miyim? Dağlara para ayırabilecek miyim? Dağlara zaman ayırabilecek miyim? Bilmiyorum ama elimden geleni yapacağım.

          O görkemli dağlar, o gösterişli dağlar, o heybetli dağlar, o yüce dağlar.

          Dereleriyle, gölleriyle, buzullarıyla, karlı başlarıyla, dumanlı başlarıyla, yalçın kayalıklarıyla, hayvanlarıyla, bitkileriyle, ormanlarıyla, havasıyla, suyuyla; insanı çeken, sarhoş eden, deli eden, öldüren dağlar.

          Üzerlerine şiirler yazılan, türküler yazılan, efsaneler yazılan dağlar.

***

          Erciyes dağı, Melendiz dağı, Hasan dağı, Karacadağ, Nemrut dağı, Süphan dağı, Tendürek dağı, Büyük Ağrı dağı, Küçük Ağrı dağı, Hakkari dağları, Amanos dağları, Toros dağları, Kaz dağları, Istranca dağları, Köroğlu dağları, Küre dağları, Ilgaz dağları, Kaçkar dağları, …

          Memleket büyük olunca ve yerkabuğu hareketli olunca; dağların çok oluyor, dağların görkemli oluyor. Yapacak bir şey yok, katlanacağız.

          Oralara gidişim kolay olacaktı ama dönüşüm zor olacaktı.

          Yalçın kayaların uçurumlarında yaşamaya çalışan ağaçları, nasıl bırakacaktım?

          Kendilerini göremeyip seslerini duyabildiğimi kuşları, nasıl bırakacaktım?

          Gökyüzünde süzülen kartalı, nasıl bırakacaktım?

          Ormanların uğultusunu nasıl bırakacaktım?

          Kayadan sızan soğuk suyu, nasıl bırakacaktım?

          Bastırıveren sisi, nasıl bırakacaktım.

          Birden bire başlayan ve birden bire kesilen şiddetli yağmuru, nasıl bırakacaktım?         

          Yerlerdeki kuru dalları, nasıl bırakacaktım?

          Uzaklardan sesi gelen dereyi, nasıl bırakacaktım?

          Küçücük buzul göllerini nasıl bırakacaktım?

          Onlardan ayrılırken, ayrılamayacaktım. Çok sevdiğimden kopartılıyormuşum gibi içim yanacaktı. “Buralarda tek başlarına ne yaparlar” diye dertlenecektim. Ayaklarım gitmeyecekti, dönüp dönüp arkama bakacaktım.

          Kendimi biliyorum. Bunlar olacaktı.

***

          Otomobil olmadan oralara gidemezdim, yapmak istediklerimi yapamazdım. Otomobil almama da çok vardı.

          Bir yıl çalıştıktan sonra yirmi günlük izinim oldu. Bir gezi programı yaptım. Bu gezide bazı dağları uzaktan görmekle yetinecektim. Otobüsle Ankara’ya, Ankara’dan Kayseri’ye gidecektim. Trenle, Kayseri’den Adana’ya gidecektim.

          Kayseri’ye kadar görülecek bir şey yoktu. Göreceğim dağlar, Kayseri ile Adana arasındaydı. Elimdeki haritalardan yararlanarak  Kayseri – Adana demiryolunun krokisini çizdim. Krokiye trenin duracağı durakları yazdım, Erciyes dağını, Sultansazlığını, Aladağları, Melendiz dağını, Hasan dağını ve Toros dağlarını işaretledim. Bu kroki, beş saatten fazla sürecek tren yolculuğum sırasında rehberim olacaktı.

          Krokiyi kafama yerleştirmiştim, yanıma almasam da olurdu. Kafamdaki krokiye göre Kayseri’den kalkınca batıya doğru gidecektik, Erciyes sol tarafta kalacaktı. Bir süre gittikten sonra demiryolu güneye dönecekti. Güney yönünde ilerlerken, sırayla; sol tarafta Erciyes, sol tarafta Sultansazlığı, sol tarafta Aladağlar olacaktı, sağ tarafta Melendiz dağı, sağ tarafta Hasan dağı olacaktı. Demiryolu doğuya döndüğünde sağımızda ve solumuzda Toros dağları olacaktı. Toros dağlarını geride bıraktığımızda Çukurova başlayacaktı.

          20:30 sularında Ankara’ya indim. Sağ cam kenarından Kayseri biletini aldım. Otobüs 00:30’da kalkacaktı ve 05:30’da Kayseri’de olacaktı.

          Otobüsün kalkmasına dört saat vardı. Terminalde dört saat bekleyemezdim. Metroyla Kızılay’a gittim. Şubat’ın sonlarıydı. Bir ay kadar sonra yerel seçimler yapılacaktı. Partilerin bayrakları ve adayların resimleri, her yerdeydi. Şarkılı, türkülü, marşlı seçim arabaları dolaşıyordu. Atatürk bulvarında bir aşağı bir yukarı yaparak zaman geçirdim. Kızılay meydanınıda çiçek satan Çingeneler yoktu. Ankara’ya her gidişimde yaptığım gibi Sakarya caddesine uğradım. Her zamanki gibiydi Sakarya caddesi; hareketliydi, canlıydı. Sevdiğim mekanlar doluydu. Bir balık lokantasına girdim, çupra ve salata istedim. Doymayınca mezgit istedim. İçkisiz Balık lokantasından çıktım, birahaneye girdim, bir bira içtim. Canım bir tane daha istiyordu ama otobüs yolculuğunu düşünerek içmedim.

          Zamanım vardı, hava da çok soğuk sayılmazdı. Yürüdüm, birkaç durak ileriden metroya bindim.

          Otobüsün kalkışından yarım saat kadar sonra yanımdaki yolcu:

-Yolculuk nereye?

-Kayseri’ye.

-Ben de Kayseri’ye gidiyorum. İnternette ucuz mal buldum, onu almaya gidiyorum. Senin ne işin var, Kayseri’de?

-Bir işim yok. Erciyes dağını görmeye gidiyorum.

          Konuşmayı sevdiği anlaşılan bu tacir; Erciyes dağını görmeye giden, kendisine ticari kazanç sağlamayacak bir kişiyle konuşamazdı, abesle iştigal etmezdi. Bir daha benimle konuşmadı. Benimle konuşmamasına sevinmem gerekirken çok üzülmüştüm! Hastalık konuşsaydı, hastalıklarını anlatsaydı, ilaçlarını anlatsaydı daha mı iyiydi? O zaman yanmıştım.

          Otobüste yapılan anons sesiyle uykudan uyandım.

-Sayın konuklarımız. Mola vereceğimiz dinlenme tesisine gelmiş bulunmaktayız. Mola süresi otuz dakika olup araçtan inerken değerli eşyalarınızı yanınıza almanızı ve mola bitiminde araçtaki yerlerinizde hazır bulunmanızı önemle rica ederiz.

          Yanımdaki tacir  anonsun başlamasıyla yerinden kalkmış, iniş sırasına girmişti. Herkesin inmesini bekledim. Kapıdan inerken, soğuktan bir duvara çarptım. Yan dönerek otobüsten indim, başımı öne eğdim, koşarak dinlenme tesisine girdim. Aç değildim ama çay içmek istiyordum. Dinlenme tesisinin Çay ocağını buldum.

          Müşteri bekleyen çaycıya:

-Burası, neresi?

-Bilmiyor musun?

-Bilmiyorum.

-Mucur ilçesi.

-Nereye bağlı?

-Kırşehir’e.

-Bir çay alayım.

          Eve dönünce Mucur’u araştırdım. Kırşehir’in ilçesiymiş. Onaltı kilometre kuzeyinde Seyfe Gölü varmış. Kıyıları girintili çıkıntılı gölün 10 km boyu, 5 km eni varmış. En derin yeri 10-12 metreymiş. Tuzlu bir göl olan Seyfe, ‘Kuş Cenneti’ymiş. Flamingoların, Turnaların, Toyların, Leyleklerin, Pelikanların, Balıkçılların, Yağmurcunların, Çamurcunların, Kazların, Sumruların, Balabanların, Ördeklerin, Martıların ve birçok kuşun eviymiş ve göçmen kuşların uğrak yeriymiş. Kış mevsiminde gölün suyu yükselirmiş, çevresini bataklığa çevirirmiş.

          Doğal Sulak Alanlar birer Kuş Cennetidir; bataklıklar, deltalar, göller. Çukurova deltası kuş cenneti, Göksu deltası kuş cenneti, Gediz deltası kuş cenneti, Filyos deltası kuş cenneti, Kızılırmak deltası kuş cenneti, Sultansazlığı kuş cenneti, Manyas kuş cenneti, Uluabat kuş cenneti, Eldere kuş cenneti, Bafa kuş cenneti, …

          Bir çok kuş cennetini biliyordum ama Seyfe gölünü ve Seyfe gölü Kuş Cennetini hiç duymamıştım. Ana yoldan on altı kilometre içeride olması, tanınmasını engellemiş olabilir. Belki çok tanınıyordur ama ben duymamış olabilirim.                

          İnsanların yaptığı sulak alanlar vardır; barajlar ve göletler.

          Barajlar ve göletler tamamlanır tamamlanmaz Kuş Cenneti oluşum süreci başlar. Barajın ve göletin kenarlarında çamur birikmeye, bitkisel ve hayvansal yaşam gelişmeye başlar. Bu yaşam ortamı, kimse farkında olmadan büyür ve gelişir. Yaşam ortamı geliştikce, yerleşik ve göçmen kuşların türü ve sayısı artar. Uzun yıllar sonra süreç tamamlanır ve Kuş Cenneti oluşur.

          Gitmek istediğim dağların haritalardaki yerlerini biliyordum, hepsinin fotoğraflarını görmüştüm. Ama hiç birisini arazide görmemiştim. Kayseri’ye yaklaştıkça merakım artıyordu, heyecanım artıyordu. Belki Erciyesi görürüm diye otobüsün camından karanlığa bakıyordum. Ankara’da Hüseyingazi dağı vardır. Erciyes kadar olmasa da görkemli bir dağdır. Karla kaplanınca, gecenin karanlığında heybetli bir hayalet gibi görünürdü. Erciyes’i de öyle hayal ediyordum. Otobüsten inince, gecenin karanlığında heybetli bir hayalet gibi karşımda duracağını sanıyordum.

          Kayseri’de otobüsten inince Mucur’un soğuğunu aradım. Ne tatlı şeymiş, o Mucur soğuğu. Otobüsten inen yolcular, servis otobüslere bindiler, çekip gittiler. Tacir, ucuz malına gittikçe yaklaşıyordu. Onu ucuza alacaktı, Ankara’ya götürecekti, gerçek değerinde satacaktı ve para kazanacaktı. Mal gibi Erciyes dağına bakanlar, ne kazanacaktı?

          Herkes gidince karanlıkta tek başıma kalakaldım. Dört tarafıma bakınarak sevgili hayaletimi aradım. Karanlıktan başka bir şey göremedim. Sokak lambasının ışığında birkaç kişi gördüm, onlara doğru yürüdüm. Otobüs şoförlerine ve muavinlere benziyorlardı. Bir ellerinde sigara, bir ellerinde çay bardağı, sohbet ediyorlardı.

          Yanlarına varınca kafadan sordum:

-Erciyes dağı ne tarafta?

          ‘Sabahın köründe adamın derdine bakın’ der gibi yüzüme baktılar.

          İçlerinden birisi, parmağıyla dağın bulunduğu yeri göstererek:

-Bu tarafta ama görünmez.

-Gündüz görünür mü?

-Gündüz de görünmez. Önünde dağ var.

          Şimdilik dağı bırakıp tren garının peşine düşmeliydim, oraya ulaşmanın yolunu bulmalıydım.

-Tren garı nerede?

-Şehirde.

-Yürüyerek gidilir mi?

-Sekiz kilometre yürürsen, gidersin.

-Haritaya baktım. Aralarında 600 m var.

-O, eski terminalle. Bu terminal yeni yapıldı.

-Bu saatte taksi var mıdır?

-Taksi, çok tutar. Az sonra servis otobüsleri kalkacak, onlarla gidersin.

-Tren garından geçerler mi?

-Yakınından geçerler. Gara gideceğini şoföre söylersin, en yakın yerde indirir.

-Hangi servise bineyim?

-İstediğine bin. Hepsi geçer.

          İl dışından bir yolcu otobüsü gelince iki servis otobüsü ortaya çıktı. Servislerden birisine en son bindim.

          Şoföre:

-Tren garından geçiyor musunuz?

-Geçmiyoruz.

-Tren garına gidecektim.

-En yakın yerde indiririm, oradan yürürsün.

          Tren garına en yakın yerde servis otobüsünden indirildim, şoförün gösterdiği yoldan tren garına doğru yürüdüm. Dışarıda benden ve köpeklerden başka yürüyen canlı yoktu. Tren garını soracak bir kişi bulamadım. Hava çok soğuktu ve kırağı yağıyordu. Dişlerimi hissetmiyordum, sanki ağzımda diş yoktu. Çantamdan çıkardığım bereyi başıma geçirdim, atkıyı ağzıma doladım. Kırağı altında biraz daha yürüyünce tren garını gördüm.

          Tren garının bekleme salonunun kapısını açınca pis ve sıcak bir havaya tosladım. Şöyle bir durdum, bakındım. Sandalyelerin üzerine uzanmış horlayarak uyuyanlar vardı, oturdukları sandalyelerde uyuklayanlar vardı. Oturacak yer yoktu. Kalorifer peteklerinden birisinin boş olduğunu gördüm, hemen yanaştım. Petekler çok sıcaktı, el değmiyordu. Ancak bedava kömür bulanlar böyle yakardı kaloriferi. Sıcağı görünce dişlerim geri geldi. Başımdaki bereyi ve ağzıma sardığım atkıyı çıkardım, çantama koydum. Ankara’da yediğim çupra ve mezgitler, görevlerinin bittiğini söylediler. Acıkmıştım. Duvardaki saat 06:24’ü gösteriyordu. Trenin kalkmasına bir saatten fazla vardı. Dışarı çıktım, geldiğim yolu tersine yürüyerek lokanta aradım. Bu saatte çorbacılar açık olurdu, lokantalar açık olmazdı. Servis otobüsünden indiğim cadde üzerinde bir çorbacı buldum, içeri girdim. Benden başka bir müşteri vardı.

          Yanıma gelen garsona:

-Ne çorbası var?

-Paça, işkembe, mercimek.

-Ne paçası var?

-Ayak paça var, kelle paça var.

-Ayak paça alayım.

-Tam, az?

-Tam olsun.

Çorba kasesini önüme bırakan garson:

-Üzerine tereyağı ister misiniz?

-İsterim.

          Bir cezve içinde getirdiği kaynar tereyağını çorba kasesine cosss diye döken garsona:

-Erciyes, buradan görünür mü?

-Görünmez.

-Gündüz olunca görünür mü?

-Görünmez abi. Önünde binalar var.

-Erciyes’in başında kar var mıdır?

-Her yerinde var.

          Sorduğum sorulardan yabancı olduğumu anlayan garson:

-Abi. Memleket neresi?

-Zonguldak.

-Yüz karası değil bu / Kömür karası / Böyle kazanılır / Ekmek parası.

-Evet.

-Kömür kokulu çocuklar.

-Evet.

          Yanımdan ayrıldı, mutfağa yakın bir sandalyeye oturdu.

          Çorbayı kaşıklarken, göz ucuyla bakışlar atıyordum garsona. Her seferinde onun da bana baktığını gördüm. Çorbayı bitirince başımı kaldırdım, garsona baktım.  Yerinde fırladı, koşarak geldi.

-Buyur, abi.

-Az çorba daha alayım.

-Tereyağı ister misin?

-İstemem. Fazla gelir.

          Getirdiği çorba bol daneliydi ve kaseden taşıyordu.

-Az çorba istemiştim.

-Az getirdim abi. Yemene bak.

          Hani çiçekler susuz kalınca solarlar ya, hani sulanınca canlanırlar ya, hani o canlanışları gözle görülür ya; ben de, çorbayı içince öyle canlandım.

          Çorbacıdan gara döndüğümde, bekleme solonu duvarındaki saat 07:16’yı gösteriyordu. Tren 07:30’da kalkacaktı. En arka vagondan ve sol taraftaki cam kenarından koltuk istedim. Arka vagona trenin motor sesi ulaşamıyordu ve rahat bir yolculuk yapılıyordu. Bilet görevlisi, istediğim yerden bilet verdi. Trene bindiğim sırada güneş yükselmişti, güneş gören yerlerdeki kırağılar çözülmüştü. Vagon boştu, birkaç kişi vardı. Koltuğumu buldum, evde hazırladığım krokiyi çantamdan çıkardım. Çantamı, yanımdaki boş koltuğun üzerine bıraktım. Trenin kalkmasını bekledim.

          Tam 07:30’da kalktı, tren. Vagon sıcaktı ve motor gürültüsü gelmiyordu. Yavaş gidiyorduk, hızımız artmıyordu. Sağımızdaki ve solumuzdaki yollarda bekleyen yük vagonları vardı. Bekleyen vagonlardan dolayı yavaş gidiyor olabilirdik. Binalar ve beklemekte olan yük vagonları geride kalınca hızlandık, Erciyes’i net olarak gördüm. Erciyes ile aramızda küçük bir dağ vardı. Otobüs terminalindeyken Erciyes’i görmemi engelleyen dağ, bu dağ olabilirdi. Erciyes’in oldukça uzağındaydık, doruğuna kadar görebiliyordum. Tepeden tırnağa kara batmıştı, Erciyes. Batıya doğru gittiğimizden Erciyesin kuzey yüzünü görebiliyordum. Şimdilik güneş almayan kuzey yüzü, tam olarak aydınlanmamıştı.

          Krokiye baktım, biraz daha gittikten sonra güneye dönecektik. O zaman Erciyes, sol tarafta kalacaktı ve batı yüzü görülecekti. Güneye dönünce Erciyes’in soğuk gölgesine girdik. Erciyesin batı eteklerine çok yakın ilerliyorduk. Bundan dolayı yüksek kesimleri göremiyordum ancak etekleri görebiliyordum. Yüzümü pencerenin camına yaklaştırdım, öyle baktım. Ancak etekleri görebildim, yüksekleri göremedim. Etekler de kar altındaydı. Erciyes’in gölgesi, batı yüzündeki kar örtüsüne siyahımsı bir beyazlık veriyordu. Gece yağan kırağı; dağın gölgesindeydi, çözülmemişti, olduğu gibi duruyordu. Güneş görünceye kadar duracaktı. Bir tilki, kırağı altındaki bozkırda koşuyordu, uzun kuyruğu yerdeki kırağıları süpürüyordu.

          Biraz daha gittikten sonra Erciyes’in gölgesinden çıktık, güneş almaya başladık, vagonun içi aydılandı. Güneş almamız, Erciyes’in geride kaldığı ve Erciyes’ten uzaklaştığımız anlamına geliyordu. Başımı çevirip geriye baktım, Erciyes’in güney yüzünü gördüm. Güney yüzü bembeyazdı ve yansıttığı güneş ışınları, gözleri kamaştırıyordu. Erciyes’in dört yüzünde küçük  volkan tepecikler vardı. Bu tepeciklere parazit volkan denirdi. Alıcı gözle bakanlar, kar altında kalmış bu tepecikleri görebilirdi. Erciyes’in gölgesinde kalan kuzey ve batı yüzündeki volkan tepeciklerini göremedim. Güneş alan güney yüzündeki volkan tepecikleri görünüyordu.

          Erciyes’le vedalaştıktan sonra çantamın üzerinde duran krokiye baktım. Demiryolunun sol tarafında kalan Sultansazlığına yaklaşıyorduk. Eve dönünce Sultansazlığını da araştırdım. Sultansazlığı 1971 yılında “ Su Kuşları Koruma ve Üretme Sahası”, 1998 yılında “Birinci Derece Doğal SİT Alanı” yapılmış. Sultansazlığında iki göl varmış: Çöl Gölü ve Yay Gölü. Erciyes’in karlarından beslenen bu göllerin derinliği bir metre kadarmış. Yaz mevsiminde kuruyan Çöl Gölünün suyu tuzluymuş ve bitki yetişmezmiş. Trenden bakınca belli olmuyordu ama suyu tuzlu olan Çöl Gölü donmamıştır, suyu tatlı olan Yay Gölü kesinlikler donmuştur. Bitkisel yaşam Yay Gölündeymiş. Büyük kısmı Sazla kaplı gölde Kamış, Kındıra, Kafa Otu, Süsen, Nilüfer ve birçok bitki yetişirmiş. Sayısız Saz Adacıkları varmış. Adacıklar, rüzgarlı havalarda çeşitli yönlerde hareket edermiş. Bir Kuş Cenneti olan Sultansazlığında üç yüze yakın yerli ve göçmen kuş türü varmış: Alaca Balıkçıl, Kaşıkçı, Aynak, Sumru, Ak Pelikan, Macar Ördeği, Çamurcun, Sakarmeke, Karabaş Martı, İnce Gagalı Martı, Bataklık Kırlangıcı, Küçük Karabatak, Flamingo, Turna, Dikkuyruk, Kılıçgaga, …

          Sultansazlığını çabuk geçtik. Sol tarafta, çok uzaklarda sıradağlar görünüyordu. Krokiye göre bu dağlar, Aladağlar olmalıydı. Çok uzaktaydılar, belli belirsizdiler. Niğde’ye doğru gittikçe Aladağlardan uzaklaşıyorduk, Aladağlar gittikçe küçülüyordu. Araya başka bir dağın girmesiyle Aladağlar görünmez oldu. Krokiye baktım, demiryolunun sağ tarafında Melendiz dağları vardı. Birkaç kişinin olduğu vagonun sağ tarafına geçtim, dışarısını çok rahat görebileceğim bir pencerenin önündeki koltuğa oturdum. Melendiz dağları karşımda duruyordu ve yaklaştıkca büyüyordu. Eteklerindeki karlar erimişti, dorukları karlıydı.

          Melendiz dağlarını geride bırakınca Hasan dağı göründü. Çok uzaklardaydı, karla kaplıydı. Demiryolu sola dönmeye başlayınca Hasan dağı da geride kalmaya, gözden kaybolmaya başladı. Başımı çevirip biraz daha seyrettim. Hasan dağı görünmez olunca, karşıma, görkemli Toros dağlarının kuzey yüzü çıktı. Kuzey yüzü, kar içindeydi. Şiddetli rüzgarın savurduğu karlar, havalarda uçuşuyordu. Belki de bir çığdı, bu gördüğüm. Bir kar yığını, uçurumdan aşağı bakıyordu, düştü düşecek gibiydi.

          Ulukışla’dan sonra Toros dağlarına giriş yaptık. Küçük vadiler, küçük yarmalar, küçük dereler, küçük köprüler, küçük tüneller; Toroslara girişin belirtileriydi. Torosların içlerinde daha büyük vadilerle, daha büyük köprülerle, daha büyük tünellerle karşılaşacaktım.

          Krokiye göre Pozantı’dan sonra Varda Köprü vardı. Köprü hakkında bilgim vardı. 1907 – 1912 yılları arasında İstanbul - Hicaz demiryolunu tamamlamak amacıyla Almanlara yaptırılmış. Köprüyü çelikten yapmışlar. Çeliklerin çevresini taşla kaplayarak köprünün güzel görünmesini sağlamışlar. Köprü yapımı sırasında ölenler olmuş. Adana sınırındaki köprünün yapımında çalışırken ölenleri, Mersin sınırındaki Çamalan Köyüne gömmüşler, Ankara – Adana yolunun sol tarafına. Akrabalarının ulaşması kolay oldun diye böyle yapılmış olabilir. Mezarlıkta bir anıt yapılmış. Ölen kırk bir kişinin adı, anıtın kitabesinde yazıyormuş. Mezarlık bakımsız ve pislik içindeymiş. Varda Köprüsüne yaklaşınca tren yavaşladı, köprüden geçerken iyice yavaşladı. Yüz yıllık köprünün üzerinden hızla geçilmesi doğru olmazdı. Üzerinden geçtiğimiz muhteşem Varda Köprüsünü göremedim ama köprünün yapıldığı muhteşem vadiyi gördüm, yalçın kayalıkları gördüm, yalçın kayalıklarda yaşamaya çalışan ağaçları gördüm.

          Trenin kazık freniyle uykudan uyandım. Bir tabelada “KELEBEK” yazıyordu. Kelebek Köyü istasyonuna gelmişiz. Dağların bittiğini, topoğrafyanın yumuşadığını, kaktüslerin çiçek açtıklarını, tarlaların sürüldüğünü gördüm.

          Toros dağlarının güney eteklerindeydi Kelebek Köyü. Kar yoktu, güneşe batmıştı. Buradan sonra Çukurova’ydı, taş eksen bitecek Çukurova.

          Uçarcasına Çukurovaya doğru giderken, geride bıraktıklarımı merak ediyordum.

          Tacir, şimdi ne yapıyordu?

          Sokak lambasının ışığında sohbet edenler, şimdi ne yapıyordu?

          Servis otobüsünün şoförü, simdi ne yapıyordu?

          Sandalyeler üzerinde uyuyanlar, şimdi ne yapıyordu?

          Bana şiir okuyan garson, şimdi ne yapıyordu?

          Erciyes dağı, şimdi ne yapıyordu?

          Bozkırda koşan, kuyruğuyla kırağıları süpüren tilki,  şimdi ne yapıyordu?