ERİYEN KARLAR
Dün gece pırıl pırıl bir gökyüzü vardı. Milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki yıldızlar, galaksiler, gaz bulutları çıplak gözle görülüyordu. Yıldızlardan bir tanesi daha yakındaydı, daha parlaktı ve daha büyüktü. Bu yıldız, gezegenlerden birisi olabilirdi. Bu açık havada uzayın soğuğu yeryüzüne çöküyordu ve değdiği yeri donduruyordu. Yollardaki ve tarlalardaki su birikintileri, çamurlar, topraklar, kumlar, herşey; gecenin erken saatlerinde donmuştu, cam gibi olmuştu, kaskatı olmuştu.
Böyle bir gecede yatağa giren Sabri, sabah uyandığında, evin saçaklarından yere düşen damlaların sesini ve kuşların cıvıltısını duyuyordu. Odası dün sabaha göre çok daha aydınlık ve sıcaktı. Yatay gelen sabah güneşinin ışığı, perdelerin arasındaki aralıktan girip odanın mavi duvarında beyaz çizgi çiziyordu. Saçaktan sicim gibi düşen damlaların ve pencere önünden geçen kuşların gölgeleri, güneşe batmış perdeye vuruyordu. Sanki “gölge oyunu” oynanıyordu.
Yatağından kalkan Sabri, çoraplarını ve giysilerini giydi. Pencerenin perdelerini sıyırdı, pencereyi açtı. Ilık ve temiz hava doldu, odaya. Saçaktan sarkan buzlar erimeye başlamış, damlalar, saçaktan aşağıya sicim gibi düşüyordu. Damlaların arasından gökyüzü görünüyordu, masmaviydi. Ağaç dallarında donup kalmış karlar erimişti. Kuşlar, sıcak lodos rüzgarının kuruttuğu dallardaki börtü böceklerle karınlarını doyuruyor, çın çın öterek yiyecek bolluğunu ve ağız sulandıran ziyafeti duyuruyodu.
Kahvaltı yapmadan evden çıkan Sabri, günlük işlerine girişti. İlk işi, ahırdaki ineğe yal hazırlamaktı. Her zamanki yere saç ayağı yerleştirdi, ateş yaktı. Su dolu teneke kabı, saç ayak üzerine oturttu. Kabın içine doğranmış kara mancar yaprakları ve kepek koydu. Dibi tutmasın diye kalın bir sopayla sık sık karıştırıyordu. Kaynayan yalı ateşin üzerinden aldı, karın üzerine bıraktı. İneğin içebileceği sıcaklığa düşen yalı ahıra götürdü, ineğin önüne koydu. Samanlığa geçti, mısır saplarını doğradı, ineğin önüne bıraktı. Yalı bitiren inek mısır saplarına geçti. İnek mısır saplarını yerken Sabri de ahırda birikmiş hayvan dışkılarını duvardaki delikten dışarı attı. Ahırdaki işlerini bitirince evin merdivenindeki karları temizlemeye koyuldu. Yumuşamış karları bir kürekle kürüdü. Kovayla taşıdığı sularla merdiven basamaklarını yukarıdan aşağıya yıkadı, tertemiz yaptı. Kardan temizlenen basamaklardan buhar çıkmaya başladı.
Evin günlük işlerini bitirmişti, Sabri. Üstünü başını değiştirip karnını doyurduktan sonra kahveye gidebilirdi.
Kahve; Sabri’nin iş beklediği, iş aradığı, iş bulduğu yerdi. Boşta olduğu zamanlarda kahveye gelir, iş beklerdi. Cebinde para yok diye onunla oyun oynamazlardı. Bir kenarda oturur, kahveci Ahmet’in canı istediği zaman getirdiği çayları içerdi. Kahveci Ahmet’in işlerinden para almazdı, Sabri. Kahveci Ahmet de ona verdiği çaylardan para almazdı.
Sabri’yle işi olanlar kahveye gelirler, Sabri’yi bulurlar, yapılacak işi konuşurlar ve parada anlaşırlardı. Yapacak başka işi yoksa hemen işe başlardı. Yapılacak başka işleri varsa; o işleri tek tek sayar, o işler bittikten sonra başlayabileceğini söylerdi.
Ağaç kesmek, odun kesmek, el arabasıyla hayvan dışkısı taşımak, kömür taşımak, odun taşımak, çimento taşımak, kum taşımak, kireç taşımak, avlu tutmak, mezar kazmak, duvar örmek, inşaatlarda amelelik yapmak, hasta ve yaralı köpekleri öldürmek, yüksek ağaçlardan meyve toplamak, tıkanmış lağımları açmak, tarlaları bürümüş otları ve dikenleri temizlemek, toprak bellemek, …
Bu işlere Sabri bakardı. Çevre köylerdeki bu tür işleri de yapardı. Düzenli bir iş buluncaya kadar bu işlere bakacaktı. Bakacaktı da Sabri’nin iş bulma umudu kalmamıştı. İşsizlik % 175 artarken, iktidar partisinin oyu % 96 artmıştı. Arkası olmayanlar, böyle bir memlekette iş bulabilir miydi? Kesinlikle bulamazdı. Hükümetler, böyle bir seçmen varken; sermaye bulalım diye, yatırım yapalım diye, üretim yapalım diye, istihdamı artıralım diye, işsizliği azaltalım, refahı artıralım diye uğraşmazdı. Niye uğraşsınlardı? Uğraşmak, didinmek, yorulmak, yıpranmak; ahmaklık olurdu. Ahmak olacak kadar ahmak değillerdi. Verirlerdi gazı, verirlerdi mehteri. Dünyaya kafa tutuyoruz derlerdi, oraya gireriz derlerdi, buraya çökeriz derlerdi, kodumu oturturuz derlerdi, tank yaptık derlerdi, uçak yaptık derlerdi, füze yaptık derlerdi, petrol bulduk derlerdi, gaz bulduk derlerdi, Avrupa bizi kıskanıyor derlerdi, Almanya’da raflar boş derlerdi, geçip giderlerdi.
Öyle de yaptılar. İşsizlik arttıkça oyları artırdılar, seçim üstüne seçim kazandılar.
***
Almanya emeklisi Deli Niyazi’yi akşamın erken saatlerinde uyku bastırırdı. Uyku bastırınca her şeyi bırakır, gider yatardı. Birkaç saat uyuduktan sonra uyanırdı. Uyandıktan sonra uykusu kaçar, yatakta dönüp dururdu. Kalkar, balkonda sigara üstüne sigara içerdi. Evde kesinlikle sigara içmezdi. Sigara dumanı, karısı Rabia’yı günlerce öksürtürdü. Onun için dışarıda kar yağsa da, fırtına esse de balkona çıkardı, sigarasını balkonda içerdi.
Sabaha doğru “ölüm uykusu” bastırırdı. Ağzını sonuna kadar açar, uzun uzun esnerdi. Esnemesi dışarıdan duyulurdu. Az sonra ölüm uyksu bastırırdı. Ölüm uykusu bastırınca kendisini yatağa zor atardı, yatar yatmaz uykuya dalardı. Evin içinde ya da dışında gürültü olmazsa, sabahın son saatlerine kadar uyurdu.
Oyun hastası olan Deli Niyazi’nin evi kahveye çok yakındı. Evin pencerelerinden ve balkonundan kahve görünüyordu. Her sabah kahvaltıdan önce balkona çıkar, kahveye bakardı. Kahvenin bahçesinde müşterileri görürse ya da kahvenin bacasından duman tüttüğünü görürse; yerinde duramaz, kahvaltısını hızla yapar, tespihini ve sigara paketini kaptığı gibi evden çıkardı, kahveye giderdi.
Okey oynamaktan ve seyretmekten inanılmaz keyif alırdı. Saatlerce okey oynayabilirdi. Oyuna giremese bile saatlerce oyun seyredebilirdi. Herkes Deli Niyazi’yle okey oynamak isterdi. Çünkü Deli Niyaziyi yenmek çok kolaydı. Yapılan hileleri kahvedeki herkes görürdü, Deli Niyazi göremezdi. Saatler süren oyun bitince içilenlerin parasını öder, kahveden çıkar giderdi. Hep böyle olurdu, hep yenilirdi.
Herkesin Deli Niyazi dediği Niyazi, deli değildi. Çabuk sinirlenen bir kişiliği vardı. Şakalaşmak amacıyla söylenen yalanlara hemen inanırdı. Gerçek olmadığını anlayınca aklı başından gider, ağıza alınmayacak küfürler ederdi. Bu huyundan dolayı “Deli Niyazi” deniyordu. Bu siniri fazla sürmezdi. Siniri geçince şaka yapan kişiye “ Yavrum, baban yaşındayım. Ayıp değil mi? Bir daha olmasın, kızarım” derdi ve bu olayı unuturdu.
Deli Niyazi’nin üzerinde bir hüzün vardı. Yüzü ve davranışları hüzünlüydü. Mağdur edilmişlerin, çile çekmişlerin, itilmişlerin, kakılmışların, tuğla gibi pişmişlerin hüzünü vardı. Ancak, çabuk sinirlenmesi, aklının başından gidivermesi, ağıza alınmayacak küfürler etmesi; bu hüzüne yakışmıyordu.
***
Ölüm uykusundan uyandığında yağmur sesi duydu, Deli Niyazi. Uyandığında başı ağrımıyordu. Uykumu almışım diye düşündü. Uykusunu alamadığı zamanlarda başında bir ağrı olurdu. Hemen kalktı, elini yüzünü yıkadı, giyindi. Uyurken başından çıkmış olan bereyi aradı, yorganın altında buldu, kafasına geçirdi, odadan çıktı.
Odadan çıkınca akraba kızıyla karşılaştı. Akraba kızı her sabah gelir, öğleye kadar evi çekip çevirirdi. Daha onlar uyurken gelir, sessizce eve girer, çayı demler, kahvaltıyı hazırlardı. Kahvaltı hazır anlamında kapıya tık tık vururarak Rabia ablasını uyandırırdı. Birlikte kahvaltı ve dedikodu yaparlardı. Akraba kızı kahvaltıdan çabuk kalkar, evi toparlamaya başlardı. Rabia ablasının bardağını doldurmaya geldiğinde kendi bardağını da doldururdu. Yaptıklarının karşılığı olarak aydan aya para alırdı.
Deli Niyazi:
-Günaydın, kızım.
-Günaydın, Niyazi abi.
-Bir ses var. Yağmur mu yağıyor?
-Yağmur yağmıyor, Niyazi abi. Hava ısındı, çatıdaki karlar eriyor.
-Rabia ablan, nerede?
-Mutfakta, kahvaltı yapıyor.
Mutfağa gitmeden balkona gitti, elini alnına siper yaparak kahveye baktı, Deli Niyazi. Kahvenin bacası tütüyordu, bahçesinde birkaç kişi vardı.
Deli Niyazi, akraba kızına, sevinçle:
-Kahve açılmış.
Deli Niyazi’nin bir an önce evden gitmesini isteyen akraba kızı:
-Çoktan açıldı. Seni sordular,. ‘Niyazi abi nerede’ dediler, ‘kahveye gelmeyecek mi’ dediler, ‘çabuk gelsin’ dediler, ‘onu bekliyoruz’ dediler.
Deli Niyazi, merakla sordu:
-Sen, ne dedin?
-Uyuyor dedim. Uyanınca söylerim, hemen gelir dedin.
Telaşlanan Deli Niyazi:
-Keşke uyuyor demeseydin, kahvaltı yapıyor deseydin. Benim yerime başkasını almışlardır, oyuna.
Kahve açıldığına göre, kendisini soranlar olduğuna göre; evde durmanın bir anlamı yoktu.
Karıs Rabia’nın kahvaltı yaptığı mutfağa gitti, kahvaltıya oturdu.
-Günaydın, madam.
-Günaydın.
-Romatizma ağrıların nasıl?
-Hafiften var ama rahatsız etmiyor.
-Kazanın derecesini düşürmeyin, iyi yansın. Kıza söyle, kazanı kömürsüz bırakmasın. Kömür var. Dört ton kömür evin önünde duruyor.
-Dereceyi düşürünce romatizma hemen başlıyor.
Deli Niyazi, akraba kızına seslendi:
-Kızım, çayımı doldur.
Rabia:
-Niyazi.
-Emret, madam.
-Evin önündeki kömürü kaldır diye kaç defa söyledim, sana. Kömür pisliği kapıya kadar dayandı. Zavallı kız merdiveni yıkamaktan bıktı.
-Taşıyacak adam yok. Parasıyla adam bulunmuyor. Kahvede Sabri’yi görürsem, söylerim.
-Biraz fazla para verirsen, herkes taşır.
Kahvaltıyı apar topar yapan Deli Niyazi tespihini ve sigara paketini kaptığı gibi evden çıktı, koşar adım kahveye doğru yürüdü.
***
Deli Niyazi’nin kahveye geldiğini gören berber Raşit:
-Deli Niyazi geliyor. Onu kızdırayım da biraz gülelim.
Kahve boş sayılırdı. Altı oyun masasından sadece birinde oyun oynanıyordu. Diğer masalarda birer kişi ancak vardı. Deli Niyazi kahveye girdi, oyun oynanan masaya yanaştı, ayakta oyun seyretmeye başladı. Kahveci Ahmet oturması için sandalye getirdi, arkasından şekersiz çayı dayadı. Deli Niyazi cebinden çıkardığı sakarin kutusundan çay bardağına bir tane hap attı. Çayını yudumlarken kenarda oturan Sabri’yi gördü.
-Sabri, yavrum. Seni arıyordum. Yanaş bakayım.
Kendisine sağlam bir yerden iş çıktığını anlayan Sabri, oturduğu sandalyeyle birlikte Deli Niyazi’ye yanaştı, yanına oturdu.
-Buyur, Niyazi abi.
-Sabri, yavrum. Evin önünde dört ton kömür var. Kardan önce almıştım. Onu, kömürlüğe taşırmısın?
-O iş kolay, Niyazi abi. Senin kömürlük evin arkasında, biraz uzak kalıyor. Bugün yetişmez. Dört ton kömürü bu saatten sonra taşıyamam. Yarın sabah erkenden başlasam, olur mu?
-Olur, yavrum. Rabia ablanın dırdırından kurtar, beni. Al, paranı da peşin veriyorum.
Deli Niyazi’nin uzattığı parayı alan Sabri:
-Kömürlüğün kapısının kilitlemeyin. Yarın sabah, siz uyurken gelirim, taşımaya başlarım.
-Sağol, yavrum.
-Senin kömürlükte el arabası var mı?
-Var, yavrum. El arabası var, kürek var, süpürge var, fırça var, aradığın her şey var.
İş konusunda Deli Niyazi ile anlaşan Sabri, sandalyesiyle birlikte eski yerine çekildi.
Sabri’nin sandalyesiyle birlikte Deli Niyazi’nin yanından ayrıldığını gören berber Raşit, beklediği fırsatın geldiğini düşünerek Deli Niyazi’ye yaklaştı, herkesin duyabileceği bir sesle:
-Niyazi abi.
-Buyur, yavrum.
-Duydun mu?
Telaşlanan Deli Niyazi:
-Neyi duydum mu?
-Hani, Korubaşı’ndaki arazine ceviz fidanları dikmiştin ya.
Gözleri yerinden fırlayan Deli Niyazi:
-Ne olmuş, cevizlere?
-O cevizleri dibinden kesmişler, yerlere yatırmışlar.
-Kim kesmiş?
-Bilmiyorum. Çatak Köyünden birisi söyledi, az önce. Yoldan geçerken görmüş. Bütün ağaçlar yerlerdeymiş. “Mal sahibine söyleyin, gecikmeden Karakola bildirsin, tutanak tuttursun” dedi.
Elindeki çay bardağını bıraktı, eliyle başındaki bereyi düzeltti, masanın üzerindeki tespihini ve sigara paketini kaptı, ‘ben, adamın anasını avradını …’ diyerek deli gibi çıktı kapıdan. Kahvedekiler gülmekten yerlere yattılar. Ceviz bahçesine doğru koşar adım yürürken, yumuşak karları havalara sıçratıyordu.
Deli Niyazi’nin ceviz bahçesinde üç sıra ağaç vardı. Her sırada sekiz ağaç olmak üzere yirmi dört ağaç vardı. Cetvel gibi dizilmişti ağaçlar. Sıranın bir ucundan bakılınca sadece öndeki ağaç görülürdü, sıradaki diğer ağaçlar görülmezdi. Almanya’da görmüştü, burada aynısını yapmıştı. Arazinin ağaç dikilmeyen bölümünü bostan yapmıştı. Bu bostanda patlıcan, domates, hıyar ve biber yetiştirirdi.
Hiçbir işi olmasa da her gün ceviz bahçesine uğrardı, Deli Niyazi. Cevizler arasında dolaşır, cebinde taşıdığı çakıyla kurumuş dalları keserdi, tuğladan yaptırdığı kulubesinde oyalanırdı.
Ceviz bahçesinde yapılması gereken işleri, kendisi yapardı. Parasızlıktan değil, sevdiği için yapardı. Yavaş yavaş yapardı, kendini yormadan. El arabasıyla taşıdığı hayvan gübrelerini ağaçların dibine döker ve kürekle yayardı. Ağaçların diplerinde çürüyen gübreler, yağış sularıyla ağaçların köklerine taşınırdı. Mayıs gelince, ceviz bahçesini bürüyen otları ve dikenleri temizler, ağaçların gövdesine kireç badana yapardı.
Haziran gelince sulama işine girişir, Ağustos sonuna kadar ceviz ağaçlarını tek tek sulardı. Akşam gölgesi inince sulamaya başlardı. Sulamayı da kendisi yapardı. Bahçenin önünden akan dereden kovayla su taşır, her ağacın dibine bir kova su dökerdi. Her gün bir sıra ağacı sulardı. Her ağacı üç günde bir sulamış olurdu. Sulamaya başlamadan önce küçük bostanına girer, olgunlaşmış olanları toplar, kulübeye bırakırdı. Ondan sonra sulama işine başlardı. Ağaçları ve bostanı sulardı.
Sulama işi bitince kulubesine girer, gaz ocağında çay demlerdi. Bostandan topladığı domates, hıyar ve biberleri çakısıyla dilimler, genişçe bir tabağa doldurur, üzerlerine bolça tuz dökerdi. Gelirken yanında getirdiği taze ekmeği de dilimler, çayın demlenmesini beklerdi. Hava kararınca Almanya’dan getirdiği şarjlı lambayı yakardı. Uykusu gelinceye kadar öylece otururdu. Uykusu gelince kulübesini kilitler, evine giderdi. Bazı geceler, yoldan geçen utanmaz kişi yada kişiler kulübenin tavanına yumruk büyüklüğünde taşlar atıp kaçardı. O zaman Deli Niyazi’nin aklı başından gider, yola fırlar, ağıza alınmayacak küfürleri gecenin karanlığına savururdu. Bir süre sonra siniri geçince, olayı unutur giderdi.
Soğuk havalarda da bahçesine uğrardı, Deli Niyazi. Ağaçlarına şöyle bir bakar, kulubesine girerdi. Odun sobasını yakar, çayı demler, sobanın üzeride ekmek kızartırdı. Kızarmış ekmeklere tereyağı sürer, çaya katık yapardı. Bazı günler dana eti, kuzu eti, kıyma getirir, odun sobasının üzerinde duman ve koku yayarak pişirirdi. Sobanın üzerinde pişen etlerin ve köftelerin arasına birkaç tane yeşil biber sıkıştırırdı.
Kar içinde kalmış ceviz bahçesine yoldan baktı. Kesilmiş ağaç yoktu, yere yıkılmış ağaç yoktu. Ağaçlar, oldukları yerde duruyordu. Ağaçlara zarar verilmiş olablirdi. Bahçeye girdi, karlara bata çıka ağaçları tek tek dolaştı. Ağaçlarda balta izi aradı, testere izi aradı, bıçak izi aradı, bulamadı. Kulübeye girip odun sobasını yakmak, ısınmak, çay demlemek ve buralarda biraz oyalanmak istiyordu ama yapmadı. Berber Raşit’e herkesin önünde söyleyeceği birkaç sözü vardı.
Kahveye döndü, berber Raşit’e ağıza alınmayacak küfürler etti. Kahvedekiler gülmekten yerlere yattılar. Berber Raşit de kahkahayla gülüyordu.
Deli Niyazi’yi sakinleştirmek isteyen berber Raşit:
-Kusura bakma, Niyazi abi. Kaç gündür kar altındayız, kasevet altındayız, güneş yüzü görmedik. Bugün güneş çıktı, hava ısındı, karlar erimeye başladı. Biraz gülelim, kendimize gelelim diye şaka yaptım. Gel oturalım, çay içelim.
Berber Raşit, kahveciye seslendi:
-Ahmet. Niyazi abimle bana çay ver. Niyazi abimin çayı şekersiz olsun.
Sakinleşen Deli Niyazi;
-Yavrum. Ben, rahmetli babanla aynı yaştayım. Baban yaşındaki adama şaka yapıyorsun. Ayıp değil mi? Bir daha olmasın, kızarım.
Berber Raşit:
-Tamam, Niyazi abi.
Daha önce yapılmış yüzlerce şaka gibi bu şakayı da unutup gitti, Deli Niyazi.
Oyun masasında yenilgisi kesinleşen bir kişi:
-Niyazi abi. Eve gitmem gerekiyor. Benim yerime oynar mısın?
-Oynarım, yavrum. Geliyorum.
Bir eline çay bardağını, öbürüne tespihini ve sigara paketini aldı, oyun masasına gitti, oyuna oturdu.
Deli Niyazi’ye adisyon fişini gösteren kahveci Ahmet:
-Niyazi abi. Yerine oturduğun adamda üç parti çay var. Onların parasını senden alırım.
-Önemli değil, yavrum. Öderim.
***
Kahveden çıkan Sabri, yürüyerek yirmi dakika süren denize doğru yürüdü. Yoldaki karlar erimiş, vıcık vıcık olmuştu, eriyen karların suları yollardaki çukurları doldurmuştu. Güneş görmeyen yerlerdeki karlar erimemişti, dün geceki gibi sertti. Üzerine basılan kart kurt ediyorlardı. Buralarda hava çok soğuktu, ısırıyordu, bıçak gibi kesiyordu.
Güneş gören bazı evlerin pencereleri açılmıştı, bacalar tütmüyordu. Bir evden türkü sesi geliyordu. İspinoz kuşları ağız dolusu şakıyordu. Yolun kenarında, bir çalının altında kuş ölüsü gördü, Sabri. Ölü kuşu eline aldı. Rengarenk erkek bir ispinozdu. Tertemizdi, yara izi yoktu. Donmuştu, kaskatı olmuştu. Açlıktan ve soğuktan ölmüş olmalıydı. “Zavallı kuş, bir gece daha dayanabilseydin” dedi, aldığı yere bıraktı. Zavallı kuş bir gece daha dayanabilseydi; şimdi börtü böcekle karnını doyurmuş olacaktı, ağız dolusu şakıyor olacaktı.
Denize yaklaştıkca kar azalıyordu. Kumsala varmadan kar bitti. Parlayan güneş altında yerler kurumuş, ısınmış, kumsaldan buharlar yükseliyordu. Kumsala girdi, kumda yürüdü. Denize yaklaşınca kum bitti, fındık büyüklüğünde çakıl başladı. Kıyıya yirmi metre kadar mesafede bir kuğu, bir ördek ve birkaç karabatak vardı. Sabri denize yaklaştıkça onlar kıyıdan uzaklaştılar. Kuğu, ördek ve karabataklar elli metre kadar açığa gitmişler, bu mesafeyi güvenlikleri için yeterli görmüşler ve durmuşlardı.
Denizin dalgası “varla yok” gibiydi. “Yumurta yuvarlıyor” deniyordu bu dalgaya, buralarda. Durgun ve berrak suda denizin dibi görünüyordu. Kum, çakıl ve taşlar, sanki dışarıdaymışlar gibi kıpırtısızdı. Deniz anaları açılıp kapanarak besin topluyordu, ilerliyordu. Elini denize soktu, buz gibiydi. Kuğunun kırmızı gagası kıyıdan görünüyordu. Kuğu ve ördek oldukları yerde dönerken, karabataklar, dalıp dalıp çıkıyordu. Bir kayık yavaşca ve sessizce onlara yaklaşıyordu. İki kişi vardı kayıkta. Birisi oturmuş, kürek çekiyordu. Öbürü ayaktaydı, elindeki tüfeği kuğu ve ördeğe doğrultmuş, ateşe hazırdı. Kaçmaya yönelik bir kıpırtı görür görmez ateş edecekti. Yaklaşan tehlikeyi gören ördek havalandı, tüfek patladı. Birkaç metre yükselebilen ördek, denize düştü. Tüfek patlayınca karabataklar daldılar. Kanat çırpmaya başlayan kuğunun uzun boynu, ikinci patlamayla suya serildi. Dalan karabataklar çok uzaklardan çıktılar. Kayık hızlandı, suyun üzerinde yatan ördeği ve kuğuyu aldılar.
Kayıktakileri tanıyordu, Sabri. Kürek çeken, Esat’tı. Ördeği ve kuğuyu vuran, Ali’ydi. Acımasızdı, vicdansızdı bunlar. Öldürmekten zevk alıyordular. Övünülecek tarafları çoktu. Denizde ve derede gördükleri balık sürülerinin ortasına dinamit atardılar. Büyük demeden, küçük demeden, yavru demeden, yumurta demeden hepsini öldürürdüler. Yağmurlu havalarda elektrik tellerine konan kırlangıç sürülerine ateş ederlerdi, ölü kırlangıçlar yağmur gibi düşerdi. Gecenin karanlığında, güneye göçen kazların ve turnaların seslerine ateş ederlerdi. Rusya’dan yola çıkan, Karadeniz üzerinde aç susuz 250 kilometre uçtuktan sonra karaya ulaşmak üzere olan bıldırcınları havada vururlardı.
Avlanmaktan başka dertleri yoktu, bu dünyada. Yıllık izinlerini kışın kullanırlardı. Yiyecek bulmak için alçaklara inen kuşların kökünü kazırlardı. Vurdukları kuşları boyunlarından askıya asarlardı. Bazen vurdukları kuşlar ölmezdi, yaralı kalırdı. Onların boyunlarını koparıverirlerdi ve askıya ayaklarından asarlardı. Öldürmekten ibaret hayatlarındaki üstün başarılarını ve becerilerini herkesin görmesini isterlerdi. Başlarında şapka, ellerinde tüfek, bellerinde fişeklik ve askılarındaki kuşlarla; gururla dolaşırlar, marifetlerini ve üstün başarılarını dosta düşmana gösterirlerdi.
Paltosunu çıkardı, çakıla serdi, üzerine oturdu, Sabri. Sırtını güneşte ısıtırken, yıllar önce yaşanan bir olayı anımsadı. Daha çocuktu. O zaman, bundan çok daha fazla kar yağmıştı. Köy içinde kar kalınlığı bir metreyi bulmuştu. Kar kalınlığının yükseklerde iki metreyi bulduğu söyleniyordu. Bir gece esmeye başlayan sıcak lodosla karlar erimiş, birkaç saat içinde derelerden seller akmaya başlamış, dere yataklarına sığmayan kar suları taşmıştı. Araziler sel altında kalmıştı, yıkılan köprüler olmuştu. Denize ulaşan kar suları balıkların gözlerini ve kulağını patlatmıştı. Denizin üstünü ölü balıklar kaplamıştı. Dalgalar, su üzerinde yatan ölü balıkları kumsala atmıştı. Dünyanın bütün kartalları, doğanları, şahinleri, atmacaları, karabatakları, martıları, çakalları, tilkileri, kedileri, köpekleri bu kıyılara üşüşmüştü. Çuvallar dolusu balık, gübre niyetine tarlalara serilmişti. Günlerce leş kokmuştu, köyler.
Güneş altında sırtı ısınan Sabri, bastıran ağır uykuya direnemedi, çakıla serdiği paltonun üzerine yattı. Ağırlaşan göz kapakları birkaç saniyede kapandı, uykuya daldı.
Bir motor gürültüsüyle uyandı, olduğu yerde doğruldu, paltonun üzerine oturdu. Bu gürültü, doğudan batıya giden balıkçı teknesinden geliyordu. Balıkla dolu olmalıydı ki motoru zorlanıyordu, gürültülü çalışıyordu. Yüzlerce martı teknenin arkasında çığlık çığlığa uçuyordu, tekneden balık kapmaya çalışıyordu. Tekne ve arkasındaki yüzlerce martı, kuyruklu yıldızı andırıyordu.
Oturduğu yerden kalktı, yumurta yuvarlayan dalgaya gitti. Buz gibi suda yüzünü yıkadı, kendine geldi. Çok uzakta, ufukta bir gemi gördü. Belli belirsizdi gemi, ne tarafa gittiği anlaşılmıyordu. Sanki duruyor gibiydi. Bir karabatak sürüsü denizin bir metre üzerinde uçarak geçip gitti.
Acıkmıştı, biraz da üşümüştü. Kalktı, paltosunu giydi, eve doğru yürüdü.