ERİYEN KARLAR

          Dün gece pırıl pırıl bir gökyüzü vardı. Milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki yıldızlar, kayan yıldızlar, uzaydaki diğer ci çıplak gözle görülüyordu. Gökyüzünde her zamankinden daha fazla yıldız vardı. Yıldızlardan bir tanesi daha yakındaydı, daha parlaktı ve daha büyüktü. Bu yıldız, Güneş’in çevresinde dönen sekiz gezegenden biri olabilirdi. Bu açık havada uzayın soğuğu yeryüzüne çöküyordu ve değdiği her yeri, her şeyi donduruyordu. Yollardaki ve tarlalardaki su birikintileri, çamurlar, topraklar, kumlar, herşey; gecenin erken saatlerinde donmuştu, cam gibi olmuştu, kaskatı olmuştu.

          Böyle bir gecede yatağa giren Sabri, sabah uyandığında, evin saçaklarından yere düşen damlaların sesini ve kuşların cıvıltısını duydu. Odası dün sabaha göre çok daha aydınlıktı ve  sıcaktı. Yatay gelen sabah güneşinin ışığı, perdelerin arasındaki aralıktan girip odanın mavi duvarına beyaz bir çizgi çiziyordu. Evin saçaklarından sicim gibi düşen damlaların ve pencere önünden geçen kuşların gölgeleri, güneşe batmış perdeye vuruyordu. Sanki “gölge oyunu” oynanıyordu.

          Yatağından kalkan Sabri, çoraplarını ve giysilerini giydi.  Pencerenin perdelerini sıyırdı, pencereyi açtı. Odayı ılık ve temiz hava doldurdu. Çatıdaki kar yığınları hızla erimeye başlamıştı. Eriyen kar suları, saçaktan aşağıya sicim gibi düşüyordu. Saçaklardan sarkan buz dikitleri de erimeye ve damlamaya başlamıştı. Havanın biraz daha ısınmasıyla dikitlerin saçakla bağlantıları kopacaktı ve sırayla yerlere düşeceklerdi. Sicim gibi damlaların arasından gökyüzüne baktı Sabri.  Gökyüzü masmaviydi, bir parça bulut bile yoktu. Ağaç dallarında donup kalmış karlar erimişti. Kuşlar, sıcak lodos rüzgarının kuruttuğu dallardaki börtü böceklerle karınlarını doyuruyor, çın çın öterek yiyecek bolluğunu ve ağız sulandıran ziyafeti duyuruyodu. Ağız dolusu şakıyan İspinozların sesleri, uzaklardan geliyordu.

          Kahvaltı yapmadan evden çıkan Sabri, günlük işlerine girişti. İlk işi, ahırdaki ineğe yal hazırlamaktı. Her zamanki yere ateş yaktı, ateşin üzerine saç ayağı yerleştirdi. Su dolu teneke kabı, saç ayak üzerine oturttu. Kabın içine kepek koydu, dibi tutmasın diye kalın bir sopayla sık sık karıştırdı. Kabtaki su ve kepek iyice karışıp eriyik olunca, doğranmış kara mancar yapraklarını eriyik içine attı. Eriyik fokur fokur kaynamaya başlayınca, hayvan yalı hazırlanmış olurdu. Fokurdamaya başlayan yal kabının ateşin üzerinden aldı, karın üzerine bıraktı. Yal sıcaklığının, ineğin içebileceği sıcaklığa düşürülmesi gerekiyordu. Yal soğurken samanlığa gitti, kuru mısır saplarını bir baltayla doğramaya başladı. Yal bitince bu sapları koyacaktı, ineğin önüne. Doğrama işini bitirince, parmağıyla yalın sıcaklığına baktı. Yal sıcaklığı, ineğin içebileceği sıcaklığa düşmüştü. Yal kabını aldı, ahırdaki ineğin önüne koydu. Yal bitince, samanlıktaki doğranmış mısır saplarını ineğin önüne bıraktı. İnek mısır saplarını yerken, Sabri de ahırda birikmiş hayvan dışkılarını duvardaki delikten dışarı attı. Ahırdaki işlerini bitirince evin merdivenindeki karları temizlemeye koyuldu. Yumuşamış karları bir kürekle kürüdü. Kovayla taşıdığı sularla merdiven basamaklarını yukarıdan aşağıya yıkadı, tertemiz yaptı. Kardan temizlenen basamaklardan buhar çıkmaya başladı.

          Evin günlük işlerini bitirmişti, Sabri. Üstünü başını değiştirip kahvaltısını yaptıktan karnını sonra kahveye gidebilirdi.

          Kahve; Sabri’nin iş beklediği, iş aradığı, iş bulduğu yerdi. Yapacak işi olmadığı zamanlarda kahveye gider, iş beklerdi. Cebinde parası yok diye onunla oyun oynamazlardı. Bir kenarda oturur, kahveci Ahmet’in canı istediği zaman getirdiği çayları içerdi. Kahveci Ahmet’in yaptırdığı işlerinden para almazdı, Sabri.  Bunun karşılığı olarak kahveci Ahmet de ona verdiği çaylardan para almazdı. Sabri özel olarak çay isterse, o zaman çay parasını alırdı. Bunu bilen Sabri, mümkün olduğunca çay istemezdi, kahveci Ahmet’in verdiği çaylarla yetinirdi.

          Sabri’yle işi olanlar, Sabri’nin kahvede iş beklediğini bilirdi. Onu bulmak için araştırıp soruşturmazlardı, doğrudan kahveye giderlerdi. Sabri’yi bulurlar, yapılacak işi anlatırlar, para konusunda anlaşmaya çalışırlar ve anlaşırlardı. Yapılacak işi aynı günde bitirebilecekse hemen kalkardı, işe başlardı. Aynı günde bitiremeyeceği bir iş olursa, yarın sabah başlayacağını söylerdi.

          Ağaç kesmek, odun kesmek, el arabasıyla hayvan gübresi taşımak, kömür taşımak, odun taşımak, çimento taşımak, kum taşımak, kireç taşımak, avlu tutmak, mezar kazmak, inşaatlarda amelelik yapmak, hasta köpekleri vurmak, kuduz köpekleri vurmak, yüksek ağaçlardan meyve toplamak, tıkanmış lağımları açmak, baca temizlemek, tarlaları bürümüş otları ve dikenleri temizlemek, toprak bellemek. Bu işlere Sabri bakardı. Çevre köylerdeki bu tür işleri de Sabri yapardı. Düzenli bir iş buluncaya kadar bu işlere bakacaktı. Bakacaktı da Sabri’nin iş bulma umudu kalmamıştı. Adamı olanlar da iş bulamıyordu, arkası olanlar da iş bulamıyordu. Ona sıra gelmezdi. İşsizlik % 175 artarken,  iktidar partisinin oyu % 96 artmıştı. Arkası olanlar, olmayanlar, böyle bir memlekette iş bulabilir miydi? Kesinlikle bulamazdı. Böyle seçmen varken; sermaye bulalım diye, yatırım yapalım diye, üretim yapalım diye, istihdamı artıralım diye, işsizliği azaltalım, refahı artıralım diye uğraşan olmazdı. Niye uğraşsınlardı? Uğraşmak, didinmek, yorulmak, yıpranmak; ahmaklık olurdu. Ahmak olacak kadar ahmak değillerdi. Verirlerdi gazı, verirlerdi mehteri. Dünyaya kafa tutuyoruz derlerdi, oraya gireriz derlerdi, buraya çökeriz derlerdi, kodumu oturturuz derlerdi, tank yaptık derlerdi, uçak yaptık derlerdi, füze yaptık derlerdi, petrol bulduk derlerdi, gaz bulduk derlerdi, Avrupa bizi kıskanıyor derlerdi, Almanya’da raflar boş derlerdi, geçip giderlerdi. Öyle de yaptılar. İşsizlik arttıkça oylarını artırdılar, seçim üstüne seçim kazandılar.

***

          Almanya emeklisi Deli Niyazi, evinde televizyon seyrederken uzandığı koltukta  uyuya kalırdı. Karısı Rabia oturduğu yerden zar zor kalkar, Niyazi’yi omuzundan sarsardı, ‘Niyazi. Kalk, yatağa yat’ derdi. Karısının ikazı üzerine kalkar, yatağa giderdi. Gecenin bir saatinde uyanırdı. Uyanınca uykusu kaçardı, yatakta dönüp durmaya başlardı. Hasta olan karsı Rabia ‘Niyazi. Dönüp durma’ demeye başlayınca kalkardı. Buzdolabının kapağını sessizce açar, birşeyler atıştırırdı. Sıra, sigara içmeye gelirdi. Evin içinde kesinlikle sigara içmezdi. Sigara dumanı, karısı Rabia’yı günlerce öksürtürdü. Kar yağsa da, yağmur yağsa da, fırtına esse de, hava buz gibi olsa da balkona çıkardı, sigarasını balkonda içerdi. Okuma yazma huyu yoktu. Koltuğa yat, televizyon seyret. Balkona çık, sigara iç. Koltuğa yat, televizyon seyret.  Hava aydınlanırken “ölüm uykusu” bastırırdı. Ağzını sonuna kadar açar, uzun uzun esnerdi. Esnemesi dışarıdan duyulurdu. İşte o zaman kendisini yatağa zor atardı, yatar yatmaz uykuya dalardı. Evin içinde yada dışında gürültü olmazsa, öğleye kadar uyurdu.

          Deli Niyazi’nin evi, kahveye çok yakındı. Evin pencerelerinden ve balkonundan kahve görünüyordu. Öğleye doğru yaptığı kahvaltıdan önce balkona çıkar, kahveye bakardı. Kahvenin bahçesinde müşteriler varsa yada kahvenin bacasından duman tüttüğünü görürse; yerinde duramaz, kahvaltısını hızla yapar, tespihini ve sigara paketini kaptığı gibi evden çıkardı, kahveye giderdi.

          Okey oynamaktan ve seyretmekten inanılmaz keyif alırdı. Saatlerce okey oynayabilirdi. Oyun masasında yer bulamasa bile saatlerce oyun seyredebilirdi. Herkes Deli Niyazi’yle okey oynamak isterdi. Çünkü Deli Niyaziyi yenmek çok kolaydı. Yapılan hileleri kahvedeki herkes görürdü, Deli Niyazi göremezdi. Saatler süren oyun bitince, içilenlerin parasını öder, kahveden çıkar giderdi. Hep böyle olurdu, hep yenilirdi. Oyun kazandığını gören yoktu.

          Herkes ona Deli Niyazi derdi ama deli değildi. Olaylara gösterdiği tepkiler ve yaptığı yorumlar, herkesten akıllı olduğunu gösteriyordu.  Çabuk sinirlenen bir kişiliği vardı. Şakalaşmak amacıyla söylenen yalanlara hemen inanırdı. Söylenenlerin gerçek olmadığını anlayınca aklı başından gider, sinirlenir, ağıza alınmayacak küfürler ederdi. Bu huyundan dolayı “Deli Niyazi” deniyordu. Bu siniri fazla sürmezdi. Siniri geçince, şaka yapan kişiye “ Yavrum, baban yaşındayım. Ayıp değil mi? Bir daha olmasın, kızarım” derdi. Bu olayı hemen unuturdu, hiç yaşanmamış gibi olurdu.

          Deli Niyazi’nin hüzünlü bir kişiliği vardı. Yüzünde ve davranışlarında bu hüzün görülüyordu. Mağdur edilmişlerin, çile çekmişlerin, itilmişlerin, kakılmışların, tuğla gibi pişmişlerin hüzünü gibiydi. Korkuyordu, çekiniyordu, ürküyordu. Ancak, çabuk sinirlenmesi, aklının başından gidivermesi, ağıza alınmayacak küfürler etmesi; bu hüzüne yakışmıyordu.

          Başka bir köydendi Niyazi. Bu köye damat girmişti. Gelirken, toplumsal sabıkası da gelmişti, peşini bırakmamıştı. Gençliğinde bir hırsızlık olayına karışmış. Merada otlayan bir tosunu çalmış. Yakalanmış. Jandarma karakolunda dövmüşler, köyde dövmüşler. Her olayda Niyazi gelmiş, akıllara. Azarlanmış, aşağılanmış, dövülmüş, itilmiş, kakılmış. Karakoldan çıkmaz olmuş.

          Damat girdiği köyde de değişen bir şey olmamış. İlk önce ondan şüphelenmişler, karakola onu çağırmışlar, onu tartaklamışlar, onu dövmüşler. Camiye layık görmemişler, kahveye layık görmemişler, düğüne layık görmemişler, bayrama layık görmemişler. Ondan uzak durmuşlar. Oysa Niyazi ürkek bir ceylan gibiydi gölgesinden korkuyordu. Bir yolunu bulup Almanya’ya gitmiş, kanalizasyon işlerinde çalışarak emekli olmuş, memleketine dönmüş.

          Yaşadığı bunca olaylar, Deli Niyazi’ye o hüzünü vermiş olabilirdi.

***

          Çatıdan düşen damlaların beton zeminde çıkardığı seslerle ölüm uykusundan uyandı, Deli Niyazi. Uykusunu almıştı, başı ağrımıyordu. Bazen başı ağrırdı. Bunu, uykusunu alamayışına bağlardı. Karısı Rabia yoktu, yatakta. Hemen kalktı, Alman usulü yapılmış odanın banyosunda elini yüzünü yıkadı, giyindi. Uyurken başından çıkmış olan bereyi aradı, yorganın altında buldu, kafasına geçirdi, odadan çıktı.

          Odadan çıkınca, akraba kızıyla karşılaştı. Akraba kızı her sabah gelir, öğleye kadar evi çekip çevirir, sonra giderdi. Daha onlar uyurken gelir, sessizce eve girer, çayı demler, kahvaltıyı hazırlardı. ‘Kahvaltı hazır’ anlamında kapıya tık tık vururarak Rabia ablasını uyandırırdı. Uykusu hafif olan Rabia ablası hemen uyanırdı. Bu tıklamalar, Deli Niyazi’yi ölüm uykusundan uyandırmaya yetmezdi. Birlikte kahvaltı ve dedikodu yaparlardı. Akraba kızı kahvaltıdan çabuk kalkar, evi toparlamaya başlardı. Çaktırmadan, kahvaltı masasındaki Rabia ablasına bakar, çay bardağı boşalmışsa; yaptığı işi bırakır, çay bardağını dolduruverirdi. Rabia ablasının bardağını doldururken kendi bardağını da doldururdu. Sonra diğer işlerine dönerdi. Yaptıklarının karşılığı olarak aydan aya para alırdı. Rabia ablası, yaptığı hizmetlerin karşılığı olarak hediyeler de verirdi: kumaş, çikolata, bilezik, mark gibi.

          Deli Niyazi:

-Günaydın, kızım.

-Günaydın, Niyazi abi.

-Bir ses var. Yağmur mu yağıyor?

-Yağmur yağmıyor, Niyazi abi. Hava ısındı, çatıdaki karlar eriyor.

-Rabia ablan, nerede?

-Mutfakta, kahvaltı yapıyor.

          Mutfağa gitmeden balkona gitti, elini alnına siper yaparak kahveye baktı. Kahvenin bacası tütüyordu, bahçesinde birkaç kişi vardı.

          Deli Niyazi, akraba kızına, sevinçle:

-Kahve açılmış.

          Deli Niyazi’nin bir an önce evden gitmesini isteyen akraba kızı:

-Çoktan açıldı. Seni sordular. ‘Niyazi abi nerede, kahveye gelmeyecek mi’ dediler, ‘çabuk gelsin’ dediler.

          Heyecanlanan Deli Niyazi, mutlu bir yüzle:

-Kim sordu?

-Her zaman soranlar.

-Sen ne dedin?

-Uyuyor dedim. Uyanınca söylerim, hemen gelir dedim.

          Telaşlanan Deli Niyazi:

-Keşke uyuyor demeseydin, kahvaltı yapıyor deseydin. Benim yerime başkasını almışlardır, oyuna.

-Almazlar, seni beklerler.

          Kahve açıldığına göre, kendisini soranlar olduğuna göre; evde durmanın bir anlamı yoktu. Hemen çıkmalıydı.

          Karısı Rabia’nın kahvaltı yaptığı mutfağa gitti, kahvaltı masasına otururken:

-Günaydın, madam.

-Günaydın.

-Romatizma ağrıların nasıl?

-Hafiften var ama rahatsız etmiyor.

-Öksürüğün nasıl?

-Bu günlerde yok.

-Kazanın derecesini düşürmeyin, iyi yansın. Kıza söyle, kazanı kömürsüz bırakmasın. Kömür var. Dört ton kömür, evin önünde duruyor.

-Dereceyi düşürünce, romatizma hemen başlıyor.

-Romatizma da başlar, öksürük de başlar. Bu hastalıklar, üşütmeye gelmez.

          Deli Niyazi,  oturduğu yerden akraba kızına seslendi:

-Kızım, çayımı doldur.

          Rabia:

-Niyazi.

-Emret, madam.

-Evin önündeki kömürü kaldır diye kaç defa söyledim, sana. Kömür pisliği, kapıya kadar dayandı. Zavallı kız, merdiveni yıkamaktan bıktı. Evin önü pislikten geçilmiyor.

-Ne yapayım, madam. Taşıyacak adam yok. Gücüm yetse, ben taşıyacağım. Parasıyla adam bulunmuyor. Kahvede Sabri’yi görürsem, söylerim.

-Biraz fazla para verirsen, herkes taşır.

          Kahvaltıyı apar topar yapan Deli Niyazi, tespihini ve sigara paketini kaptığı gibi evden çıktı, koşar adım kahveye doğru yürüdü.

***

          Deli Niyazi’nin kahveye geldiğini gören berber Raşit:

-Deli Niyazi geliyor. Onu kızdırayım da biraz gülelim.

          Kahvedekiler, şimdiden gülmeye başladılar. Yapma diyen olmadı, ayıp olur diyen olmadı, karşı çıkan olmadı. Paraya sıkıştıklarında Deli Niyazi’den borç isteyenler bile sesini çıkarmadı.

          Kahve boş sayılırdı. Altı oyun masasından sadece birinde oyun oynanıyordu. Diğer masalarda birer kişi ancak vardı. Deli Niyazi kahveye girdi, masalara şöyle bir baktı. Oyun oynanan masaya yanaştı, ayakta oyun seyretmeye başladı. Kahveci Ahmet, oturması için sandalye getirdi, arkasından  şekersiz çayı dayadı. Deli Niyazi, cebinden çıkardığı sakarin kutusundan çay bardağına bir tane hap attı. Çayını yudumlarken, her zamanki köşesinde oturmakta olan Sabri’yi gördü.

-Sabri, yavrum. Seni arıyordum. Yanaş bakayım.

          Kendisine sağlam bir yerden iş çıktığını anlayan Sabri, oturduğu sandalyeyle birlikte Deli Niyazi’ye yanaştı, yanına oturdu.

-Buyur, Niyazi abi.

-Sabri, yavrum. Evin önünde dört ton kömür var. Kardan önce almıştım. Onu, kömürlüğe taşırmısın?

-O iş kolay, Niyazi abi. Senin kömürlük evin arkasında, biraz uzak kalıyor. Bugün yetişmez. Dört ton kömürü bu saatten sonra taşıyamam. Yarın sabah erkenden başlasam, olur mu?

-Olur, yavrum. Rabia ablanın dırdırından kurtar, beni. Al, paranı da peşin veriyorum.

          Deli Niyazi’nin fazlasıyla verdiği parayı alan  Sabri:

-Kömürlüğün kapısının kilitlemeyin. Yarın sabah, siz uyurken gelirim, taşımaya başlarım.

-Sağol, yavrum.

-Senin depoda el arabası var mı? Yoksa, ben getiririm.

-Var, yavrum. El arabası var, kürek var, süpürge var, fırça var, aradığın her şey var.

-Yarın sabah oradayım.

-Depoda hortum var. Evin önündeki musluğu takıp kömür pisliğini temizler misin?

-Temizlerim, Niyazi abi.

-Sabri, yavrum. Fazla gürültü yapma da uykumuzu almadan uyanmayalım. Biliyorsun; ben de hastayım, Rabia ablan da hasta.

-Biliyorum Niyazi abi.

          İş konusunda Deli Niyazi ile anlaşan Sabri, sandalyesiyle birlikte eski yerine çekildi.

          Deli Niyazi, kahveci Ahmet’e seslendi:

-Ahmet.

-Emret, Niyazi abi.

-Sabri’ye benden çay ver.

          Sabri’nin sandalyesiyle birlikte Deli Niyazi’nin yanından ayrıldığını gören berber Raşit, beklediği fırsatın geldiğini düşünerek Deli Niyazi’ye yaklaştı, herkesin duyabileceği bir sesle:

-Niyazi abi.

-Buyur, yavrum.

 -Duydun mu?

          Telaşlanan Deli Niyazi:

-Neyi duydum mu?

 -Hani, Korubaşı’ndaki arazine ceviz fidanları dikmiştin ya.

          Gözleri yerinden fırlayan Deli Niyazi:

-Ne olmuş, cevizlere?

 -O cevizleri dibinden kesmişler, yerlere yatırmışlar.

 -Kim kesmiş?

 -Bilmiyorum. Çatak Köyünden birisi söyledi, az önce. Yoldan geçerken görmüş. Bütün ağaçlar yerlerdeymiş. “Mal sahibine söyleyin, gecikmeden Karakola bildirsin, tutanak tuttursun” dedi.

          Elindeki çay bardağını masanın üzerine bıraktı, eliyle başındaki bereyi düzeltti, masanın üzerindeki tespihini ve sigara paketini kaptı, ‘ben, adamın anasını avradını …’ diyerek deli gibi çıktı kapıdan. Deli Niyazi hışımla kapıdan çıkınca, kahvedekiler gülmekten yerlere yattılar. Deli Niyazi’den aldıkları borç parayı ödemeyenler bile gülüyordu. Ceviz bahçesine doğru koşar adım yürürken, üzerine baştığı yumuşak karları havalara sıçratıyordu.

***

          Deli Niyazi’nin arazisi, araba yolu ile dere arasındaydı. Almanya’da meyve bahçelerini gördükten sonra bu araziyi almıştı. Araziye ne dikecekti? Sordu, soruşturdu, akıl aradı. Elma dik diyenler oldu,  armut dik diyenler oldu, incir dik diyeneler, erik dik diyenler oldu. Onları ne yapacaktı? Bu soğuk iklimde kurutamazdı, dallarda çürürlerdi.

          Akıl sorduklarından bir kişi:

-Ceviz dik. Çuvallara dodurursun, satarsın. Satamadıkların, bekler. Çürümezler, kokmazlar. Cevizin kerestesi de çok değerlidir.

          Bu aklı doğru bulmuştu. Ceviz dikecekti. Cevizler arasında bırakacağı mesafeyi, Almanyada’ki uzmanlardan öğrendi. Ağaçların ip gibi dizilmesini istiyordu. Dereden on metre, yoldan ve iki komşu araziden beşer metre boşluk bıraktı. Uzmanların söylediği aralıklarla, enine ve boyuna ipler çekti. İplerin kesiştiği noktalara ahşap kazıklar çaktı. Bu kazıkların olduğu yerlere çukurlar kazdıracaktı. Araziye üç sıra kazık çakılmıştı. Her sırada sekiz kazık vardı. Bu rakam, araziye en fazla yirmi dört ağaç dikileceğini gösteriyordu.

          Ağaç dikimi Aralık’ta yapılacaktı. Almanya’ya dönmeden çukurları kazdırdı. Aralık’ta alınacak ağaçların parasını ve dikim masraflarını, güvendiği bir akrabasına fazlasıyla verdi.

          Cetvel gibi dizilmişti ağaçlar. Sıranın bir ucundan bakılınca sadece öndeki ağaç görülürdü, sıradaki diğer ağaçlar görülmezdi. Almanya’da görmüştü, burada aynısını yaptırmıştı. Ağaçlar ile dere arasında bıraktığı on metre boşluğu bostan yapacaktı.

          Hiçbir işi olmasa da her gün ceviz bahçesine uğrardı, Deli Niyazi. Cevizler arasında dolaşır, cebinde taşıdığı çakıyla kurumuş dalları keserdi, tuğladan yaptırdığı kulubesinde oyalanırdı.

          Ceviz bahçesinde yapılması gereken işleri, kendisi yapardı. Parasızlıktan değil, sevdiği için yapardı. Yavaş yavaş, kendini yormadan yapardı. El arabasıyla taşıdığı hayvan gübrelerini ağaçların dibine dökerdi ve kürekle yayardı. Ağaçların diplerinde çürüyen gübreler, yağış sularıyla ağaçların köklerine taşınırdı. Mayıs gelince, ceviz bahçesini bürüyen otları ve dikenleri temizler, ağaçların gövdesine kireç badana yapardı. Haziran gelince sulama işine girişirdi, Ağustos sonuna kadar ceviz ağaçlarını tek tek sulardı. Akşam gölgesi inince sulamaya başlardı. Bahçenin önünden akan dereden kovayla su taşır, her ağacın dibine bir kova su dökerdi. Her gün bir sıra ağacı sulardı. Her ağacı üç günde bir sulamış olurdu. Sulamaya başlamadan önce küçük bostanına girer, olgunlaşmış olanları toplar, kulübeye bırakırdı. Ondan sonra sulama işine başlardı. Ağaçları ve bostanı sulardı.

          Sulama işi bitince kulubesine girer, gaz ocağında çay yapardı. Bostandan topladığı domates, hıyar ve biberleri çakısıyla dilimler, genişçe bir tabağa doldurur, üzerlerine bolça tuz dökerdi. Gelirken yanında getirdiği taze ekmeği de dilimler, çayın demlenmesini beklerdi.  Hava kararınca Almanya’dan getirdiği şarjlı lambayı yakardı. Uykusu gelinceye kadar öylece otururdu. Uykusu gelince kulübesini kilitler, evine giderdi. Bazı geceler, yoldan geçen utanmaz kişi yada kişiler kulübenin tavanına yumruk büyüklüğünde taşlar atıp kaçardı. O zaman Deli Niyazi’nin aklı başından gider, yola fırlar, ağıza alınmayacak küfürleri gecenin karanlığına savururdu.  Bir süre sonra siniri geçer, olayı unuturdu.

          Soğuk havalarda da bahçesine uğrardı, Deli Niyazi. Ağaçlarına şöyle bir bakar, soğukta duramaz, kulübeye girerdi. Odun sobasını yakar, çayı demler, sobanın üzeride ekmek kızartırdı. Kızarmış ekmeklere tereyağı sürer, çaya katık yapardı. Bazı günler et yada köfte getirirdi, odun sobasının üzerinde, duman ve koku yayarak pişirirdi. Sobanın üzerinde pişen etlerin ve köftelerin arasına birkaç tane yeşil biber sıkıştırırdı.

***

          Kar içinde kalmış ceviz bahçesine yoldan baktı. Kesilmiş ağaç yoktu, yere yıkılmış ağaç yoktu. Ağaçlar, oldukları yerde duruyordu. Ağaçlara küçük zararlar verilmiş olablirdi. Bahçeye girdi, karlara bata çıka ağaçları tek tek dolaştı. Karlar erimiş, dallar kurumuştu. Yerlerdeki karlar duruyordu. Ağaçlarda balta izi aradı, testere izi aradı, bıçak izi aradı, bulamadı. Kulübeye girip odun sobasını yakmak, ısınmak, çay demlemek ve buralarda biraz oyalanmak istiyordu ama yapmadı. Berber Raşit’e, herkesin önünde söyleyeceği birkaç sözü vardı.

          Kahveye döndü, berber Raşit’e ağıza alınmayacak küfürler etti. Kahvedekiler gülmekten yerlere yattılar. Berber Raşit de kahkahayla gülüyordu.

          Deli Niyazi’yi sakinleştirmek isteyen berber Raşit:

-Kusura bakma, Niyazi abi. Kaç gündür kar altındayız, kasevet altındayız, güneş yüzü görmedik. Bugün güneş çıktı, hava ısındı, karlar erimeye başladı. Biraz gülelim, kendimize gelelim diye şaka yaptım. Gel oturalım, çay içelim.

          Berber Raşit, kahveciye seslendi:

-Ahmet. Niyazi abimle bana çay ver. Benden. Niyazi abimin çayı, şekersiz olsun.

          Sakinleşen Deli Niyazi;

-Yavrum. Ben, rahmetli babanla aynı yaştayım. Baban yaşındaki adama şaka yapıyorsun. Ayıp değil mi? Bir daha olmasın, kızarım.

          Berber Raşit:

-Tamam, Niyazi abi.

          Daha önce yapılmış yüzlerce şaka gibi bu şakayı da unutup gitti, Deli Niyazi.

          Oyun masasında yenilgisi kesinleşen bir kişi, her zamanki taktiği uyguladı:

-Niyazi abi. Eve gitmem gerekiyor. Benim yerime oynar mısın?

-Oynarım, yavrum. Geliyorum.

          Bir eline çay bardağını, öbürüne tespihini ve sigara paketini aldı, oyun masasına gitti, oyuna oturdu.

          Deli Niyazi’ye adisyon fişini gösteren kahveci Ahmet:

-Niyazi abi. Yerine oturduğun adamda on iki çay var. Dört çay da bu oyundan geliyor. Gözünün yaşına bakmam, on altı çayın parasını senden alırım.

          Oyuna oturmaktan memnun olan Deli Niyazi, umursamaz bir tutumla:

-Önemli değil, yavrum. Öderim.          

***

          Kahveden çıkan Sabri, yürüyerek yirmi dakika süren denize doğru yürüdü. Yoldaki karlar erimiş, vıcık vıcık olmuştu. Eriyen karların suları, yollardaki çukurları doldurmuştu. Güneş görmeyen yerlerdeki karlar erimemişti, dün geceki gibi sertti. Üzerine basılınca kart kurt ediyorlardı. Güneş görmeyen bu gölge yerlerde hava çok soğuktu, ısırıyordu, bıçak gibi kesiyordu.

          Güneş gören bazı evlerin pencereleri açılmıştı. Sobalar yakılmamıştı, bacalar tütmüyordu. Pencereleri açık bir evden türkü sesi geliyordu. Ağız dolusu şakıyan İspinoz kuşlarının sesleri, dört bir yandaydı. Yolun kenarında, bir çalının altında kuş ölüsü gördü, Sabri. Ölü kuşu eline aldı. Rengarenk, erkek bir ispinozdu. Tertemizdi, yara izi yoktu. Donmuştu, kaskatı olmuştu. Açlıktan ve soğuktan ölmüş olmalıydı. “Zavallı kuş, bir gece daha dayanabilseydin” dedi, aldığı yere bıraktı. Zavallı kuş bir gece daha dayanabilseydi; şimdi börtü böcekle karnını doyurmuş olacaktı, ağız dolusu şakıyor olacaktı.

          Denize yaklaştıkca kar azalıyordu. Kumsala varmadan kar bitti. Parlayan güneş altında yerler kurumuş, ısınmış, kumsaldan buharlar yükseliyordu. Kumsala girdi, kumda yürüdü. Denize yaklaşınca kum bitti, fındık büyüklüğünde çakıl başladı. Denize baktı. Kıyıya yirmi metre kadar mesafede bir kuğu, bir ördek ve birkaç karabatak vardı. Sabri denize yaklaştıkça onlar kıyıdan uzaklaştılar. Kuğu, ördek ve karabataklar elli metre kadar açığa gitmişler, bu mesafeyi güvenlikleri için yeterli görmüşler ve durmuşlardı.

          Denizin dalgası “varla yok” gibiydi. “Yumurta yuvarlıyor” denir bu dalgaya, buralarda. Durgun ve berrak suda denizin dibi görünüyordu. Kum, çakıl ve taşlar, sanki dışarıdaymışlar gibi kıpırtısızdı. Deniz anaları açılıp kapanarak besin topluyordu. Bir deniz anası gövdesinin desenli olduğunu gördü. Desenli bir deniz anasını hiç görmemişti. Yakından baktı. Desen değildi. Deniz anasının yakalayıp sindirdiği yosun prçasıydı. Elini denize soktu, buz gibiydi. Kuğunun kırmızı gagasını kıyıdan görebiliyordu. Kuğu ve ördek oldukları yerde dönerken, karabataklar, dalıp dalıp çıkıyordu. Bir kayık yavaşca ve sessizce onlara yaklaşıyordu. İki kişi vardı kayıkta. Birisi oturmuş, kürek çekiyordu. Öbürü ayaktaydı, elindeki tüfeği kuğu ve ördeğe doğrultmuştu, ateşe hazırdı. Kaçmaya yönelik bir kıpırtı görür görmez ateş edecekti. Karabataklar çoktan batmıştı. Yaklaşan tehlikeyi gören ördek havalandı, tüfek patladı. Birkaç metre yükselebilen ördek, denize düştü. Kanat çırpmaya başlayan kuğunun uzun boynu, ikinci patlamayla suya serildi.  Karabataklar, tehlikeli bölgenin çok uzağından çıkmışlar, kendi dünyalarındaydılar. Kayık hızlandı, suyun üzerinde yatan ördeği ve kuğuyu aldılar.

          Kayıktakileri tanıyordu, Sabri. Kürek çeken, Esat’tı. Ördeği ve kuğuyu vuran, Ali’ydi. Acımasızdı, vicdansızdı bunlar. Öldürmekten zevk alıyordular. Övünülecek tarafları çoktu. Denizde ve derede gördükleri balık sürülerinin ortasına dinamit atardılar. Büyük demeden, küçük demeden, yavru demeden, yumurta demeden hepsini öldürürdüler. Yağmurlu havalarda elektrik tellerine konan kırlangıç sürülerine ateş ederlerdi, ölü kırlangıçlar yağmur gibi düşerdi. Gecenin karanlığında, güneye göçen kazların ve turnaların seslerine ateş ederlerdi. Rusya’dan yola çıkan, Karadeniz üzerinde aç susuz iki yüz elli kilometre uçtuktan sonra karaya ulaşmak üzere olan bıldırcınları, havada vururlardı. Yorgunluktan kendilerini karaya zor atan bıldırcınlara ateş etmezlerdi. Onları elleriyle tutarlardı, kafalarını koparıverirlerdi.

          Avlanmaktan başka dertleri yoktu, bu dünyada. Yıllık izinlerini kışın kullanırlardı. Kar yağınca yiyecek bulmaya alçaklara inen kuşların kökünü kazırlardı. Bazen vurdukları kuşlar ölmezdi, yaralı kalırdı. Onların boyunlarını koparıverirlerdi, kopardıkları başları yerlere atarlardı. Öldürmekten ibaret hayatlarındaki üstün başarılarını ve becerilerini herkesin görmesini isterlerdi. Başlarında şapka, ellerinde tüfek, bellerinde fişeklik ve askılarındaki kuşlarla; gururla dolaşırlar, marifetlerini ve üstün başarılarını dosta düşmana gösterirlerdi. 

          Paltosunu çıkardı Sabri, şıkır şıkır çakıla serdi, üzerine oturdu. Sırtını güneşte ısıtırken, yıllar önce yaşanan bir olayı anımsadı. Daha çocuktu. O zaman, bundan çok daha fazla kar yağmıştı. Köy içinde kar kalınlığı bir metreyi bulmuştu. Kar kalınlığının yükseklerde iki metreyi bulduğu söyleniyordu. Bir gece esmeye başlayan sıcak lodosla karlar erimiş, birkaç saat içinde derelerden seller akmaya başlamış, dere yataklarına sığmayan kar suları taşmıştı. Araziler sel altında kalmıştı, yıkılan köprüler olmuştu. Denize ulaşan kar suları balıkların gözlerini ve kulağını patlatmıştı. Denizin üstünü ölü balıklar kaplamıştı. Dalgalar, su üzerinde yatan ölü balıkları kumsala atmıştı. Dünyanın bütün kartalları, doğanları, şahinleri, atmacaları, karabatakları, martıları, çakalları, tilkileri, kedileri, köpekleri bu kıyılara üşüşmüştü. Çuvallar dolusu balık, gübre niyetine tarlalara serilmişti. Günlerce leş kokmuştu, köyler.

          Güneş altında sırtı ısınan Sabri, bastıran ağır uykuya direnemedi, çakıla sermiş olduğu paltonun üzerine uzandı. Ağırlaşan göz kapakları birkaç saniyede kapandı, uykuya daldı.          

          Bir motor gürültüsüyle uyandı, olduğu yerde doğrularak oturdudu. Bu gürültü, doğudan batıya hızla giden balıkçı teknesinden geliyordu. Balıkla dolu olmalıydı ki, motor zorlanıyordu, gürültülü çalışıyordu. Motordan simsiyah duman çıkıyordu. Yüzlerce martı, teknenin peşinde çığlık çığlığa uçuyordu, tekneden balık kapmaya çalışıyordu. Tekne ve martılar, kuyruklu yıldızları andırıyordu.

          Oturduğu yerden kalktı, yumurta yuvarlayan dalgaya gitti. Deniz analarının arasından avuçlarıyla su aldı, buz gibi suyla yüzünü yıkadı, kendine geldi. Çok uzakta, ufukta bir gemi gördü. Belli belirsizdi gemi, ne tarafa gittiği anlaşılmıyordu. Sanki duruyor gibiydi. Bir karabatak sürüsü, denizin bir metre kadar üzerinden uçarak geçip gitti.

          Acıkmıştı, biraz da üşümüştü. Oturduğu yerden kalktı, paltosunu giydi, ufuktaki belli belirsiz gemiye baktı, eve doğru yürüdü, kışa doğru yürüdü.