“İPTEN ADAM ALAN, İPE ADAM VEREN” ADAM
Kapı zili uzun çalınca, Brezilya dizisi seyreden İlknur telaşlandı. Elindeki çay bardağını sephanın üzerine bıraktı, oturduğu koltuktan kalktı, kapıyı açtı. Postacıydı, gelen. Elinde tuttuğu zarfı imza karşılığında veren postacı “mahkemeden geliyor, bir avukatla görüşürseniz iyi olur” uyarısında bulundu. İyi günler dileyerek gitti.
Mahkemeden gelen bu zarfa bir anlam veremedi İlknur. Mahkemeyle ne işleri olabilirdi? Son zamanlarda köyden dışarı çıkmamıştı. Ne alınacaksa İsmail’e söylerdi, o alırdı. Mahkemelik olacak bir olayı var mıydı? Düşündü, düşündü, bulamadı. Mahkemelik bir olayı yoktu, mutlaka bir yanlışlık vardı bu işte. Başkasına gidecek bu zarf, isim benzerliği nedeniyle kendisine gelmişti. Evin kapısını kapattı, zarfı açtı, hemen. Tel zımba ile birleştirilmiş iki kağıt çıktı zarfın içinden. Birinci kağıtta yazan “Davacı: Çiğdem KÖSE, Davalı: İlknur ÇELİK” yazılarını görünce, gerçeği anladı. Üç tane tanık ismi de yazıyordu. İsimleri görünce, mahkemelik olayı anımsadı. Bir süre önce Çiğdem’le kavgaları olmuştu.
Çiğdem KÖSE, kızını İsmail’e vermek istiyordu. Fırsat bulunca İsmail’le konuşuyordu, onu çok sevdiğini söylüyordu, kızının marifetlerini anlatıyordu. Araya aracılar koymuştu. İsmail’i beğenmiyordu ama işi vardı, her ay maaşını alıyordu. İsmail’den iyi damadı nerede bulacaktı? Kızı da İsmai’e kesikti. Ama İsmail istemiyordu. Çiğdem’in kızıyla evlenmedi, şehirden bir kızla evlendi. Çiğdem, suçu İlknur’a yüklüyordu. Onun yüzünden kendi kızıyla evlenmemişti, İsmail. Aradan birkaç yıl geçmişti ama Çiğdem’in kini geçmemişti. Fırsat kolluyordu. Bir fırsatını bulunca, haddini bildirecekti.
Evinin önünde kadınlarla konuşurken, yoldan geçen İlknur’u gören Çiğdem:
-Sağlam pabuç olsaydın, şehirden köye gelin gelmezdin. Orospu.
Kendinden önce yaşanan olayları bilen Çiğdem:
-Sensin orospu.
Aralarında vurma olmamıştı, kırma olmamıştı. Sadece birkaç kötü söz söylemişlerdi birbirlerine, hepsi buydu. Bunun için mahkemeye verilir miydi, insan?
İlknur’un aklına, köyün ileri geleni Dursun AYDIN geldi. Konuşmuşluğu, görüşmüşlüğü yoktu ama namını çok duymuştu. Bir avukatla görüşmeden önce ona danışılmalıydı, onun dedikleri yapılmalıydı, onun önereceği avukatla görüşülmeliydi.
Emekli işçi, siyasetçi ve iş takipçisiydi Dursun AYDIN. Kömür İşletmesinde işe başlamıştı ama pek verimli çalışmamıştı. Altı treniyle giderdi,işe. Dokuz treniyle döndüğü çok olurdu. Herkes işte çalışırken, o, kahvelerde siyaset konuşurdu. Muhalefeti eleştirirdi, çirkeflik yapardı. Son yıllarında işe gitmeden maaş almıştı ve sonunda emekli olmuştu. Emekli olduktan sonra iş takipçiliğine başlamıştı. İş takipçiliğindeki amacı; sıkıntıya düşmüş, dara düşmüş vatandaşlara yardımcı olmaktı, akıl vermekti, yol göstermekti. Para kazanmak için değil Allah rızası için yapıyordu, iş takipçiliğini. İş takibi yaparken vatandaşları soymuyordu, masraflarını karşılayacak kadar para alıyordu. Başı derde girenler, akıl arayanlar, çare arayanlar; onu buluyordu.
“Çevresi çok genişmiş, yapamayacağı iş yokmuş. İstediği zaman valiyle görüşürmüş. Savcılarla, yargıçlarla arası çok iyiymiş, mübaşirlerin yüzüne tükürmezmiş. Komutanlar, onu görünce esas duruşa geçip selam verirmiş. Doktorları, müdürleri, mühendisleri, bilirkişileri avucunun içine almış, oynatırnış. Mahkemelerden istediği kararı çıkartırmış. İpe adam verirmiş, ipten adam alırmış.” Namı böyleydi Dursun AYDIN’nın.
Böyle bir adam dururken başkası aranır mıydı? Evden çıktı, Dursun AYDIN’ın ev telefon numarasını öğrenmeye koyuldu, İlknur. Dursun AYDIN’ın telefon numarasını değil karısı Hanife AYDIN’ın telefon numarasını soruyordu. Sora sora telefon numarasını buldu, yanına aldığı kağıda yazdı. Kendisinin görüşmesi doğru olmazdı. Gece yarısı işten gelecek İsmail konuşurdu, yarın. Telefon numarasını yazdığı kağıdı kolayca görebileceki bir yere, televizyonun üzerine bıraktı.
***
Gece yarısı işten dönecek olan İsmail’i beklerken uyuya kalmıştı, İlknur. Sabah uyandığında İsmail’in ölü gibi yanında yattığını gördü. Sekiz saat kömür kazdıktan sonra ölü gibi yatmasında ne yapsındı, garibim. Ama bugün önemli işleri vardı, yatmanın sırası değildi. Dürterek, acımadan uyandırdı İsmail’i. Mahkemeden gelen yazıyı gösterdi:
-Çiğdem karısı, beni mahkemeye vermiş.
-Çiğdem, kim?
-Musa’nın karısı.
-Niye vermiş?
-Geçenlerde kavga etmiştik, onun için vermiş.
-Suçun neymiş?
-Hakaret. Hanım efendiye hakaret etmişim.
-Kavgada ne demiştin, Çiğdem’e? Orospu, kaltak, kahpe.
-O, bana ‘orospu’ dedi. Ben de ona ‘sensin orospu’ dedim. Ne var bunda.
-Boş ver, ondan bir şey çıkmaz. Yat yerine.
İsmail’den hayır gelmeyeceğini, İsmail’le konuşmanın gereksiz olduğunu anlayan İlknur, telefon numarası yazan kağıdı televizyonun üzerinden aldı, İsmail’e uzattı.
-Ara şu numarayı. Ne yapacağımızı sor.
-Kimin numarası bu?
-Dursun AYDIN’ın.
-Sabahın köründe adam mı aranırmış?
-Başlarım sabahın körüne. Ara şunu.
-Adam emekli, yatar şimdi.
-Saat dokuza geliyor. Köy yerinde öğleye kadar yatılmaz.
-Emekli adam. Öğleye kadar da yatar, akşama kadar da yatar. İsterse, hiç kalkmaz.
-Beni hapise atsınlar da o zaman görürsün, gününü. Bakalım, dedikoduların altından nasıl kalkacaksın?
-Ne dedikodusu?
-Hapishane dedikodusu?
Hapisane dedikodularının ne anlama geldiğini anlamıştı ama korkak, çekingen, ürkek, pısırık bir kişiliği vardı İsmail’in. Karşındakinin rahatsız olacağını düşünerek adım atamazdı. Yapmamak için yokuşa sürerdi, bahaneler uydururdu, bin dereden su getirirdi. Şimdi de ipe un seriyordu. Bu kişiliğinden dolayı Dursun AYDIN’ı arayamıyordu.
İlknur:
-Sen aramazsan, ben ararım.
İlknur’un “sen aramazsan, ben ararım” demesiyle ağır bir yükten kurtulan İsmail:
-Ara.
Dursun AYDIN’ın telefon numarasını çevirirken, İsmail’e:
-Nasıl aranırmş, gör.
Fazla beklemeden karşıdaki telefon açıldı.
-Hanife abla. Ben, İlknur. Dursun abi evde mi?
-Evde.
-İsmail konuşmak istiyordu.
-Sabaha karşı yattı, uyuyor. Telefon numaranı yazayım, uyanınca arar.
Karısının ‘sabaha karşı yattı’ dediği Dursun AYDIN, güneş doğmadan kalkmıştı. Bostandan biber, patlıcan, domates, hıyar, fasulye toplamıştı. Kümesin kapısını açmış, yumurtaları almıştı. Patlıcanları ve biberleri kızartmış, domatesleri doğramış, yumurtaları haşlamıştı. Telefon çaldığında, bunlarla kahvaltı yapıyordu.
Hanife, bir süredir kocasının talimatlarına göre davranıyordu. Korkudan böyle davranıyordu. Dursun AYDIN hiç anlamaz, karısının bir yanlışını görünce tekme tokat dalardı. Telefonlara Dursun AYDIN bakmazdı, karısı Hanife bakardı. Telefon çalınca işini gücünü bırakır, koşarak gider, telefonu açardı. Kim ararsa arasın; evde yok derdi, uyuyor derdi, biraz rahatsız derdi, biraz yorgun derdi. Arayanın telefon numarasını sorardı, telefonun yanında yıllardır duran deftere yazardı. ‘O, sizi arar, iyi günler’ diyerek telefonu kapatırdı. Dursun AYDIN da bir süre bekledikten sonra kendisini arayanı mutlaka arardı. Bu yaptığı bir taktikti. Kendini ağırdan satmak ve itibarını artırmak için böyle yapardı.
-Arayan kim?
-İsmail’in karısı İlknur.
-Ne istiyormuş?
-Seni sordu. İsmail konuşacakmış. “Sabaha karşı yattı, uyuyor” dedim.
Karısının başarısını gören Dursun AYDIN
-Sopa yiye yiye sekreter oldum.
-Sus be, edepsiz adam
-Sonunda kucağıma oturdu, orospu çocuğu. Bizim partiye bir oy vermediler.
-Anlamadan, dinlemeden konuşma. Edepsiz.
-Telefon numarasını aldın mı?
-Aldım.
-Çok güzel işler çıkarmaya başladın. Seni takdir ediyorum. Yüksek makam sahibi olursam, seni, kendime sekreter yapacağım. Çayı doldur.
-Senden ancak ‘ölü soyucu’ olur.
Kahvaltı yaptıktan sonra “ben size gösteririm” dercesine evin içinde dolaşmaya başladı, Dursun AYDIN. Ellerini arkasında birleştirmiş, gövdesi öne eğik, başını aşağı yukarı sallıyordu.
Karısı Hanife;
-Başım döndü, otur yerine.
“Orospu çocuğunun sıkıntısı neymiş, öğrenelim” diyerek İsmail’i aradı, Dursun AYDIN.
-İsmail, yavrum. Beni aramışsınız. Uyuyordum. Siz arayınca Hanife ablan hemen uyandırdı. Bir sıkıntı mı var?
-Var, abi. Başımız belada.
-Söyle, yavrum. Nedir sıkıntınız?
-Telefonda olmaz abi. Bir yerde buluşup yüz yüze konuşmalıyız.
-Tamam, yavrum. İlyas’ın kahvesinde buluşalım, konuşalım, saat 16:00 da.
-14:30 treniyle işe gideceğim abi, daha önce olmaz mı?
-Olur, yavrum. Saat 13:00’te olsun.
-Sağol, abi.
***
Anlaştıkları saatten önce İlyas’ın kahvesine gitmişti, İsmail. Oturduğu yerden Dursun AYDIN’ın geleceği yol görünüyordu. Gözü yoldaydı. Dursun AYDIN’ın bir an önce gelmesini istiyordu. Sık sık saatine bakıyordu. Zaman, geçmek biliyordu.
İsmail’in telaşını gören kahveci İlyas:
-Telaşlısın İsmail, bir sıkıntın mı var?
-Sıkıntılıyım. Durup dururken başımıza iş aldık.
-Ne oldu?
-Musa’nın karısı, bizim karıyı mahkemeye vermiş, hakaret davası açmış. Onu konuşacağız, Dursun AYDIN’la.
-O işi ancak o halleder..
-Halleder mi?
-Adam valiyle konuşuyor. Milletvekilleri, ayağına geliyor. Yargıçları, savcıları, doktorları, müdürleri, mühendisleri, bilirkişileri avucuna almış, oynatıyor. Komutanlar, esas duruşa geçip selam çakıyor. İpten adam alıyor, ipe adam veriyor. Bu ne ki?
-Doğru mu söylüyorsun?
-Doğru söylüyorum. Herkes biliyor, istediğine sor.
-Anlattıklarım, aramızda kalsın. Kimseye söyleme, olur mu?
-Söyler miyim, ölünceye kadar içimde kalacak.
-Gelince hemen çayını getir. Bitince, söylemeden tazele.
-Anlaşıldı.
Dördüncü çayı içerken Dursun AYDIN’ın geldiğini gördü, İsmail. Her zaman olduğu gibi elinde çantası, sallana sallana yürüyordu.
Kahveye girince İsmail’in karşısına oturdu. Elindeki çantayı, yanındaki sandalyeye bıraktı. Esas duruşta yanlarında bekleyen kahveci İlyas’a;
-Çay ver. Önemli bir konuyu görüşeceğiz. Dışarıda bekle, içeriye kimseyi alma.
Masaya iki çay getiren kahveci İlyas, dışarı çıktı, kapıyı kapattı. Gözü içeride, Dursun AYDIN’nın çay bardağındaydı. Bitince hemen içeriye girecek, tazeleyecekti.
Çaydan bir yudum içen Dursun AYDIN:
-İsmail, yavrum. Söyle, nedir sıkıntınız?
-Postacı bir zarf getirmiş, dün. Mahkemeden geliyormuş. Musa’nın karısı, benim hanımı mahkemeye vermiş. Mahkeme olunca korktuk, sana bir danışalım dedik. Postacı da ‘bir avukatla görüşürseniz, iyi olur’ demiş.
-Beni aramakla çok iyi yaptın. Mahkemeden korkacaksın, korkacaksın arkadaş. Bir anda cezaevinde buluverirsin kendini.
-Biz de öyle yaptık, abi. Senin gibi sözü geçen, çevresi geniş olan, itibarı yüksek olan abimize danışalım dedik.
-Mahkemeden gelen zarf yanında mı?
-Yanımda, abi.
-Ver bakayım.
Ceketinin iç cebindeki zarfı aldı, Dursun AYDIN’ın önüne bıraktı, İsmail.
Yakın gözlüklerini takan Dursun AYDIN, mahkemeden gelen yazıyı tekrar tekrar okudu. Bazı yazıların altını çantasından çıkardığı kırmızı kalemle çizerken “eyvah ki eyvah” diyordu, “durup dururken başınızı belaya sokmuşunuz” diyordu.
Okumayı bitiren Dursun AYDIN yakın gözlüğünü çıkardı, masanın üzerine bıraktı, mahkemeden gelen iki kağıt yaprağını elinde tutarak:
-Senin karının adı İlknur mu?
-Evet, abi. İlknur.
-İlknur kızımız, Musa’nın karıya “orospu” demiş. Öyle yazıyor, mahkemeden gelen yazıda.
-Birkaç ay önce kavga etmişler. O, buna orospu demiş. Bu da, ona orospu demiş. Köy kavgaları böyle olur.
-İlknur kızımız delirmiş mi? Orospuya orospu denemezken, namuslu bir kadına orospu denir mi?
-Ağzından kaçmış, abi. Köy kavgalarında olur böyle şeyler.
-Büyük suç işlemiş.
Yanındaki sandalyenin üzerinde duran çantasından kapağı dökülmeye başlamış kalınca bir kitabı çıkardı, elinde sallayarak İsmail’e gösterdi.
-Ben demiyorum, kanun diyor.
-Bu suçun cezası nedir, abi?
-Ben avukat değilim ama altı ay hapis olduğunu biliyorum. Kemiksiz, dört ay yatar.
-Ne diyorsun, abi.
-Sıkıntı yatmakta değil, İsmail’im. İlknur kızımız yatar, çıkar. Sıkıntı başka, sıkıntı çok büyük.
-Sıkıntı nedir, abi?
-İlknur kızımız kaç yaşında?
-Yirmi dört.
-Sıkıntı, tam da burada, İsmail’im, yavrum. Yanlış anlama beni. Orası cezaevi. Orada zıpkın gibi gardiyanlar var, yıllardır karı kız yüzü görmemiş mahkumlar var, parayı görünce öz kızını satacak hanım ağalar var. Hava kararınca orada devlet kalmaz, kanun kalmaz, kural kakmaz. İlknur kızımıza çullanırlar, rahat bırakmazlar.
-Ne yaparlar, abi?
Dursun AYDIN, “aptalmısın kardeşim” dercesine baktı, İsmail’e.
-Allah korusun, alırlar bir odaya, sırayla üzerinden geçerler. Hiç bir şey yapamayız.
-Ne diyorsun, abi. Kurtar bizi, abi.
-Kurtarmak çok zor ama boş durmayacağız, bir şeyler yapacağız, İsmail’im, yavrum.
-Neler yapacağız, abi?
Elinde tutmakta olduğu kitabı sandalye üzerindeki çantasına koydu, çantayı kapattı. Sinsi gözlerle çevresine bakındı. Kendilerinden başka kimse yoktu kahvede. Kahveci İlyas dışarıdaydı. Kapıda bekçilik yapıyordu, önemli bir konuda görüşme yapıldığını söyleyerek gelen müşterileri içeri sokmuyordu.
-Bastıracağız parayı, yargıcı satın alacağız, ceza vermesini önleyeceğiz. Parayı verebilecek misin?
-Para kolay da. Yargıca para veremem, ben. Korkarım.
-İsmail’im, yavrum. Korkacak ne var? Parayı sen vermeyeceksin ki.
-Kim verecek, abi?
Kendisi dışarıda, gözleri içeride olan kahveci İlyas’a baktı, Dursun AYDIN. Bu bakışı pencere camından gören kahveci İlyas, hızla içeri girdi, demli iki çayı masaya bıraktı, hemen uzaklaştı, dışarı çıktı, kapıyı kapattı. “Ne konuşuyorlar” diye soranlara, “ben girince, sustular” dedi.
Yeni gelen çaydan bir yudum içen Dursun AYDIN;
-Sen, parayı bana vereceksin. Ben, avukata vereceğim. Avukat da sayın yargıç beye takdim edecek.
-Ne kadar vereceğiz, abi?
-Şimdilik yirmi bin verelim.
-Yeter mi? Az gibi geldi bana.
-Sen bilirsin, İsmail’im. Fazla vermek istersen, ver. Daha iyi olur.
-Otuz verelim.
-Bunun avukat parası var, mahkeme masrafları var, az çok benim yapacağım harcamalar da olacak. Seni fazla zorlamak istemiyorum.
-Olsun abi. Öderim.
-İlknur kızımız bir hata yapmış, suç işlemiş. Onu hapisten kurtarmaya çalışıyoruz, namusunu korumaya çalışıyoruz. Parasız olmuyor bu işler. Verdiğimiz parayı yeterli bulursa, davayı birinci duruşmada bitirir, sayın yargıç. Yeterli bulmazsa, erteler, birkaç ay sonraya gün verir. O zaman bir miktar daha veririz.
-Şimdiden fazla para verelim ki, sayın yargıç, davayı birinci duruşmada bitirsin. Biz de sıkıntıdan kurtulalım.
-Sen bilirsin, yavrum.
-Avukata ne vereceğiz, abi.
-Fazla bir şey vermeyeceksin. Avukatlık parası elli bin ama sayın yargıca vereceğin kadar verirsin, otuz bin lira. Milletvekili olacak, o. Benim adamlarımdan fazla para alamaz. Fazla isterse, ipini çekeceğimi bilir.
-Senin de emeğin, zahmetin var, abi.
-İsmail’im, yavrum. Bilirsin, ben, dostlarımdan para almam. Allah rızası için yardım ederim. Artık sana kalmış, gönlünden ne koparsa, onu verirsin. Masraflarımı karşılasın, yeter. Vermesen de olur.
-Avukatla ne zaman görüşürsün, abi. Hemen gidebilir misin? Ne kadar erken gidersen, bizim için o kadar iyi olur.
-Avukatın yanına eli boş gidilmez, yavrum. Parayı verdiğin zaman giderim, konuşurum, anlatırım. Benim için çok değerli olduğunuzu söylerim.
-Tren saati yaklaştı, abi. Ben, kalkayım. İş dönüşü uğrarım, parayı veririm. Otuz bin yargıca, otuz bin lira avukata. Altmış bin lira getiririm. Senin hakkını daha sonra öderim.
-Davayı kaybederseniz, mahkeme masrafları size kalır.
-Anlaştık, abi.
-Güle güle, yavrum. Hayırlı yolculuklar, hayırlı işler, kolay gelsin.
İsmail çıkınca dışarıda bekleyenler içeriye doluştular. Bir kısmı Dursun AYDIN’ın yanına oturdu, diğerleri yakınına oturdu. Meraktan ölüyorlardı, Dursun AYDIN ile İsmail ne konuşmuşlardı? Sormaya çekiniyorlardı. Belki açıklama yapar diye Dursun AYDIN’ın ağzının içine bakıyorlardı.
Fazla konuşmanın itibar azalttığını yaşadığı deneyimlerle öğrenmiş olan Dursun AYDIN ser veriyordu, sır vermiyordu. Pek az konuşur olmuştu. Burada da ağzından bir sözcük çıkmadı. Sandalyenin üzerinde duran çantasını kucağına aldı, kapağını açtı, içindekileri çıkarmaya başladı. Az önce İsmail’e gösterdiği kanun kitabını, unutmamak için notlar yazdığı akıl defterini, çantanın içine gire çıka yıpranmış dosyaları, bazı yazıların altını kırmızı kalemle çizdiği eski gazeteleri, kalemleri ve gazete kağıdına sarılmış bir şeyi, masanın üzerine yığdı. Çantanın ağzını aşağıya çevirdi, içindeki tozu toprağı silkeledi. Masanın üzerindeki kanun kitabının, akıl defterinin, eski gazetelerin ve kalemlerin tozlarını üfledi, çantaya yerleştirdi. Çantanın kapağını kapattı, sandalyenin üzerine koydu. Gazete kağıdına sarılı şey, masanın üzerinde tek başına duruyordu.
Meraklı gözlerle gazete kağıdına sarılı şeye bakıldığını gören Dursun AYDIN, merakın artmasını bir süre bekledi, merak düzeyinin yeteri kadar yükseldiğine karar verince kahveciye seslendi:
-İlyas, al şunu, çöpe at.
Kahveci İlyas gazete kağıdına sarılı şeyi alınca, Dursun AYDIN:
-Yanlış anlaşılma olmasın. Aç da içinde ne olduğu görülsün.
Gazete kağıdına sarılmış olan şeyin kaskatı olmuş, taş gibi sertleşmiş simit parçası olduğu görülünce, Dursun AYDIN:
-Sizler, benim döner yediğimi, pirizola yediğimi sanıyordunuz. Öyle değil mi? Yanılıyordunuz. Ben, sizlerin işleriyle uğraşırken kuru simitle karnımı doyuruyorum.
***
Tren durmadan merdivenlerden atlayan işçiler, kendilerini Kömür İşletmesine götürecek otobüslere doğru deli gibi koşarlardı. Otobüslerde oturacak yer bulmak, ayakta kalmamak için yaparlardı bunu. Her gün böyle yaparlardı, seksen metre koşarlardı. O sırada onların yolu üzerinde canlı bulunmazdı. İnsanlar, kediler, köpekler, tavuklar, kuşlar, koşu yolu üzerinden kaçardı. Kaçmayanlar, ezilirdi. İsmail, bu kez tren durmadan atlamadı, tren durunca indi. Koşmadı, yürüdü. Durağa vardığında otobüslerin çoktan gitmiş olduklarını gördü. Bankaya girdi.
Hesap cüzdanını memur kıza uzatan İsmail:
-Bu hesaptan altmış bin lira çekeceğim.
Hesap cüzdanını inceleyen memur kız:
-Beyefendi. Vade bitimine sekiz gün var. Sekiz gün beklersen, faizini de alırsın.
-Çok önemli bir konu var.
-Vadeyi bozarsan, zararın olur.
-Olsun.
Vadeli hesabını bozdurdu, yargıca ve avukata verilecek altmış bin lirayı çekti. Kalan parasını vadesiz hesaba yatırdı. Vadesiz hesaba yatırdığı bu paradan Dursun AYDIN’ın zahmetliğini verecekti, parayı az bulursa sayın yargıca yeni bir ödeme yapacaktı, davayı kaybederseler mahkeme masraflarını ödeyecekti. Bankadan çıkınca kırtasiye dükkanına girdi, aldığı büyük zarfın içine altmış bin lirayı koydu. Kırtasiye dükkanından çıkınca taksi tuttu, Kömür İşletmesine gitti. Para dolu zarfı göğsüne yerleştirdi, kömür ocağına girdi.
***
İsmail’in saat 0:40’da trenden ineceğinden, saat 01:00’a doğru geleceğinden ve kırk bin lirayı vereceğinden adı gibi emindi, Dursun AYDIN. Yorgunluktan ölen karısı Hanife, çoktan uyumuştu, moralini bozacak kimse kalmamıştı evde. Köpeği Beleş’i evin altındaki kömürlüğe sokmuş, kömürlüğün kapısını ve penceresini kapatmıştı. Havlardı, mavlardı, ısırmaya kalkışırdı. O zaman İsmail’le birlikte paralar da giderdi.
“Uyumamış, parayı bekliyormuş” izlenimi vermek istemiyordu. “Uyumuş, kapı zili çalınca zar zor uyanmış” izlenimi vermek istiyordu, İsmail’e. Çizgili pijamasını giydi, evde yanan lambaları söndürdü, bulunduğu odanın penceresini açtı, pencerenin önündeki kanepeye oturdu, geceyi dinlemeye başladı. Duymak istediği tek ses, altmış bin lirayı getirecek İsmal’in ayak sesleriydi.
Evin karşındaki kestane ormanından baykuş sesleri ve balta sesleri geliyordu. Kaçak ağaç kesimi yapılıyordu. Ulumaya başlayan çakal sürüsü, baykuş seslerini ve balta seslerini bastırdı. Köyün köpekleri, çakalların ulumalarına bir ağızdan karşılık verdiler. Bir tüfek patladı, sesler kesildi ve sessizliğe büründü gece. Balta sesleri yeniden gelmeye başladı.
Kapı zili çalınca İsmail’in geldiğini anladı ama yerinden kalkmadı Dursun AYDIN, “orospu çocuğunun ayak sesleri duyulmadı, çok sessiz geldi” dedi. İkinci kez çalınınca da kalkmadı, zilin üçüncü kez çalmasını bekledi. Üçüncü kez çalınca yavaşça kalktı, elleriyle saçlarını dağıttı, kapıya gitti.
Karısı Hanife uyanmış, ne yapacağını bilemeden kapının önünde bekliyordu.
Dursun AYDIN, gelenin kim olduğunu bilmiyormuş gibi davrandı:
-Kim o?
-Benim, İsmail.
Önce dış lambayı yaktı, sonra kapıyı açtı, Dursun AYDIN. İsmail’i beklemiyormuş gibi telaşla, heyecanla sordu:
-İsmail’im, yavrum. Bu saatte ne işin var?
-Sayın yargıca ve avukata verilecek parayı getirdim, abi.
-Korkuttun beni, yavrum. Gene bir şey oldu sandım. Ne acelesi vardı. Kaçıyor muyuz? Yarın getirirdin.
-Olsun, abi. Bir an önce verelim, şu beladan kurtulalım.
İsmail’den para dolu zarfı alan Dursun AYDIN:
-Parayı saymıyorum. Ne kadar var içinde?
-Sayma, abi. Altmış bin lira var.
-Bu paraya hiç dokunmadan olduğu gibi avukata vereceğim. Eksik çıkarsa, avukata çok mahçup oluruz.
-Bana güven, abi. Eksik çıkmaz.
-Uyanabilirsem, sabah treniyle giderim. Avukatla görüşürüm, kendi parasını ve sayın yargıça verilecek parayı takdim ederim. O da uygun göreceği bir zamanda gider, sayın yargıç beye takdim eder.
-Sabah treniyle birlikte gidelim, abi.
-Acelesi yok, yavrum. Önce ben gideyim, avukatla görüşeyim. Adam çok meşgul. Hem avukat, hem siyasetçi. Davalar oluyor, keşifler oluyor, toplantılar oluyor. Yerinde duramıyor ki. Ne zaman gelmenizi isterse, o zaman gidersiniz. Yarın gece iş dönüşü gelirsen, avukata ne zaman gideceğinizi söylerim.
Zarfın içinden aldığı yirmi bin lirayı avukata vermiş, davalıların geleceğini söylemiş, davanın nasıl sonuçlanacağını sormuştu. Avukat da ‘önemli bir dava olmadığını, birinci duruşmanın erteleneceğini, ikinci duruşmada hapis cezası verileceğini, cezanın erteleneceğini yada paraya çevrileceğini’ söylemişti. Eve dönmüş, dün gece yaptığı gibi İsmail’i beklemeye başlamıştı.
İsmail’e kapı zilini üç kez çaldırdıktan sonra kapıyı açan Dursun AYDIN:
-İsmail, yavrum. Gel, içeride konuşalım.
-Burada konuşsak, olmaz mı?
-Sen bilirsin.
-Avukatla görüşebildin mi?
-Görüştüm. Önce konuyu ayrıntılı olarak anlattım. Sonra senin verdiğin zarfı masasına bıraktım. ‘Yarısı senin, yarısı sayın yargıç beyin’ dedim. Zarfı aldı, çekmeceye attı. ‘Bir ara gider, sayın yargıca takdim ederim’ dedi. Ne zaman gelsinler diye sordum. Saat dokuza kadar giderseniz, istediğiniz gün gidebilirmişsiniz. Unutmadan söyleyeyim. İlknur kızımızın avukata vekalet vermesi gerekecek.
-Vekalet nedir, abi?
-Vekalet, İlknur kızımız adına avukatın duruşmalara girmesini sağlayacak ‘yetki belgesi’dir. Vekalet vermezseniz, sizin adınıza duruşmalara giremez, avukat.
-Vekaleti nerede vereceğiz, abi.
-Noterde vereceksiniz. Vekalet ücreti sekiz yüz liradır.
-Avukatın bürosu nerede, abi?
-Avukatın bürosu, bizim parti binasının bir kat altında. Binanın karşısına geçince görürsünüz. En üst katta bizim parti var. Onun altında avukatın bürosu var. Dışarıdan bakınca “avukat” tabelasını görürsünüz. O binada başka avukat yok, zaten. Benim gönderdiğimi söylersiniz. Sayın yargıca verilecek paradan sakın söz etmeyin. Çok ayıp olur avukata, alınır. Para konusunu hiç açmayın.
-Açarmıyız, abi. O kadar cahil miyiz?
-Avukatla görüştükten sonra notere geçersiniz. Avukatın sekreteri olan kız, sizi notere kadar götürür. Onun eline biraz para sıkıştırırsınız.
-Ne kadar sıkıştıralım?
-Bir yemek parası sıkıştırın. Az pilav, az kuru parası olmasın.
İsmail gittikten sonra evin kapısını kilitleyen Dursun AYDIN, karısına talimatı verdi;
-Sekreter hanım. Not al. Yarın, akşama kadar evde yatacağım. Arayan, soran olursa; “evde yok, şehre gitti” dersin. İstersen, ‘Madagaskar’a gitti’ de.
Gecenin karanlığında evine doğru giderken kendisine bir soru sordu, İsmail:
-Bizim partinin adamları, böyle ilgilenir miydi?
***
Kasım ayının son günlerinde, izinli olduğu Pazar günü Dursun AYDIN’ın kapısını çaldı, İsmail. Kapıyı Hanife açtı.
-Hanife abla. Dursun abi evde mi?
İsmail’i sesini duyan çeriden Dursun AYDIN:
-İsmail, yavrum. Soğukta bekleme, gir içeri.
Sobanın üzerinde kestane pişiriyordu Dursun AYDIN. Pişmiş kestane kokusu ve yanmış kabuk dumanı, odayı doldurmuştu.
-Hanım. Pencereyi aç. Duman, koku çıksın. Çayı demle, İsmail’im gelmiş. İsmail’im, yavrum, hoş geldin.
-Hoş bulduk, abi.
-Nasılsınız? İlknur kızımız nasıl?
-İyiyiz, abi. Cuma günü duruşma vardı.
-E, ne oldu?
-Üç ay sonraya ertelendi. Şubat’a ertelendi.
-Dediğimiz gibi olmuş. Parayı az bulunca duruşmayı erteledi, sayın yargıç. Bu erteleme, İlknur kızımızın hapis yatmayacağını, duruşmanın şubatta biteceğini gösteriyor.
-Şubatta bu beladan kurtulacak mıyız?
-Öyle görünüyor.
-Duruşmayı erteleyince, sayın yargıcın parayı az bulduğunu anladık. Onun için yargıca verilecek parayı getirdim.
Paltosunun iç cebindeki para dolu zarfı çıkardı, Dursun AYDIN’a verdi.
-Ne kadar var, içinde?
-Altmış bin lira var. Otuzu senin, otuzu sayın yargıç beyin.
-Bugün Pazar. Pazartesi, avukat yoğun olur. Salı günü gider, veririm. O da uygun bir zamanda sayın yargıç beye taktim eder.
İsmail gittikten sonra karısına talimatı verdi;
-Sekreter hanım. Not al. Salı günü akşama kadar evde yatacağım. Arayan, soran olursa; evde yok dersin, doktora gitti dersin, Madagaskar’a gitti dersin.
***
İsmail ve karısı İlknur, soğuk ve kar yağışlı bir şubat gününde, öğleden sonra evden çıktılar, Dursun AYDIN’ın evine doğru yürüdüler. Teşekkür amacıyla aldıkları hediyeler de yanlarındaydı. Yağan kar, yerleri kapatmaya başlamıştı. Sağdan soldan tüfek patlamaları geliyordu. Kar kalınlığı fazla olan yükseklerden kar kalınlığı az olan alçaklara yiyecek bulmaya inen kuşlar vuruluyordu.
Kapının zilini çaldılar, Hanife açtı kapıyı. Karşısında İlknuru ve İsmail’i görünce kocasına olan nefreti biraz daha arttı.
Gelenleri soba yanmayan, soğuk misafir odasına alan Hanife:
-Bu odada azıcık bekleyin. Dursun abinizi uyandırayım.
Oturma odasına gitti, sobaya birkaç kürek kömür attı, perdeleri sıyırdı, pencereyi açtı, ortalığı şöyle bir toparladı. Sağ ayağıyla kanepeye şiddetli bir taban indirdi.
Sarsıntıyla uyanan Dursun AYDIN:
-Ne oldu? Deprem mi oldu?
Karısı Hanife:
-Kalk lan. Gelenler var.
Dursun AYDIN yattığı kanepeden kalktı, üstünü başını ve saçlarını düzeltirken, Hanife’ye:
-Kim geldi?
Dursun AYDIN’nın sorusuna aldırmayan Hanife:
-Pencereyi kapat, içerisi ısınsın. Perdeyi de düzelt.
Soğuk odada bekleyenleri sobanın yandığı sıcak odaya aldı, Hanife.
İlknur’u ve İsmail’i gören Dursun AYDIN:
-İsmail, yavrum. Bu karda kışta evinizde oturmak varken buralara kadar geldiğinize göre, önemli gelişmeler oldu.
-Önemli gelişmeler oldu, abi. Mahkeme, dün bitti. Sayende, hapis yatmaktan kurtulduk.
-Oh, çok şükür. Sen nasılsın, İlknur kızım?
-Ben de iyiyim, abi. Sayende, hapis yatmaktan kurtuldum.
-İsmail, yavrum. Olup bitenleri anlat bakayım, biraz sevineyim.
-Üç ay hapis cezası verdi, sayın yargıç. Onu da paraya çevirdi.
-Dediğimiz gibi oldu, değil mi?
-Aynen dediğiniz gibi oldu.
-Para cezası, hapis yatmaktan iyidir, yavrum.
-İyi olmaz mı, abi.
-Duruşmaya siz de girdiniz mi?
-Girdik, abi. İkimiz de girdik.
-Avukat nasıldı, avukat. İyi savundu mu sizi?
-Avukatımız, dört dörtlüktü. Bizi savunmak için çırpındı durdu, kendisini mahvetti.
-Ben, sizi, ciğeri beş para etmez avukatlara gönderir miyim?
-Sağol, abi.
-Sayın yargıç nasıldı?
-Sayın yargıç da çok iyiydi. Yüzünden nur akıyordu.
-Kendisini çok iyi tanırım. Oturmuşluğumuz, konuşmuşluğumuz var. Ağır Ceza mahkemesini, Yargıtay üyeliğini, Anayasa Mahkemesi üyeliğini hak ediyor. Hatta o yüksek mahkemelerin başkanlıklarını hakediyor. O makamlara yükselmesi için elimden geleni yapacağım.
Konuşulacak bir şey kalmayınca, getirdikleri hediyeleri vermenin sırası gelmişti.
Hediyeleri vermeye başlayan İlknur:
-Viskiyi ve çikolatayı sana getirdik, abi. Pastayı da, çayla yeriz diye getirdik. Yardımlarınızdan dolayı teşekkür ediyoruz, saygılarımızı sunuyoruz, sevgilerimizi sunuyoruz. Yaptığın iyiliği unutmayacağız. Sizleri her yerde anacağız, her yerde anlatacağız.
Dursun AYDIN, karısına talimatı verdi:
-Hanım. Çayı demle, kutlama yapacağız. “İlknur kızımızın hapisten kurtuluşunu, İsmail yavrumun da sıkıntıdan kurtuluşunu” kutlayacağız.
Karısı Hanife ‘edepsiz herif’ diyerek çay demlemeye gidince, Dursun AYDIN:
-Çocuklar. Sizi böyle mutlu görünce ben de mutlu oldum. İnşallah, böyle sıkıntıları bir daha görmeyiz.
İlknur:
-İnşallah, abi.
İsmail:
-İnşallah, abi.
İlknur odadan çıktı, Hanife ablasına yardıma gitti.