“İPTEN ADAM ALAN, İPE ADAM VEREN” ADAM

            Çalan kapıyı açan İlknur, karşısında postacıyı gördü. İmza karşılığında zarfı veren postacı “mahkemeden geliyor, avukatla görüşürseniz iyi olur” uyarısında bulundu.

            Mahkemeden gelen bu zarfa bir anlam veremedi İlknur. Mahkemeyle ne işleri olabilirdi? Mahkemelik bir olayları yoktu, mutlaka bir yanlışlık vardı bu işte. Evin kapısını kapattı, zarfı açtı, hemen. Tel zımba ile birleştirilmiş iki kağıt çıktı zarfın içinden. Birinci kağıtta yazan “Davacı: Çiğdem KÖSE, Davalı: İlknur ÇELİK” yazılarını görünce, gerçeği anladı. Çiğdem’le kavgaları olmuştu, birkaç ay önce. Aradan çok zaman geçmişti, niçin kavga ettiklerini unutmuştu bile, anımsamıyordu. Vurma, kırma olmamıştı aralarında. Sadece birkaç kötü söz söylemişlerdi birbirlerine, hepsi buydu. Bunun için mahkemeye verilir miydi, insan?

            Köyün ileri geleni Dursun AYDIN geldi İlknur’un aklına. Konuşmuşluğu, görüşmüşlüğü yoktu ama herkes gibi o da duymuştu Dursun AYDIN’nın namını. Postacının dediği gibi avukatla görüşmeden önce ona danışılmalıydı, onun dedikleri yapılmalıydı, onun önereceği avukatla görüşülmeliydi.

            Siyasetçi ve iş takipçisiydi Dursun  AYDIN. Kömür İşletmesinde işe başlamış, pek çalışmamış, son yıllarında işe gitmeden maaş almış ve emekli olmuştu. Emekli olduktan sonra iş takipçiliğine başlamıştı. Para kazanmak için değil Allah rızası için iş takipçiliği yapıyordu. Bu işi yaparken vatandaşları soymuyor, masraflarını karşılayacak kadar para alıyordu. Başı derde girenler, akıl arayanlar, çare arayanlar; onu buluyordu.

            “Çevresi çok genişmiş, yapamayacağı iş yokmuş. İstediği zaman valiyle görüşürmüş. Savcılarla, yargıçlarla arası çok iyiymiş, mübaşirlerin yüzüne tükürmezmiş. Komutanlar, onu görünce esas duruşa geçip selam verirmiş. Doktorları, müdürleri, mühendisleri, bilirkişileri avucunun içine almış, oynatırmış. İpe adam verirmiş, ipten adam alırmış.” Namı böyleydi Dursun AYDIN’nın.

            Böyle bir adam dururken başkası aranır mıydı? Evden çıktı, Dursun AYDIN’ın telefon numarasını öğrenmeye koyuldu. “Dursun AYDIN’ın telefonunu biliyormusunuz diyemedi, Hanife AYDIN’ın telefonunu biliyormusunuz” dedi. Sora sora telefon numarasını buldu, unutmadan bir kağıda yazdı, İlknur. Kendisinin görüşmesindoğru olmazdı. Gece yarısı işten gelecek İsmail konuşurdu, yarın. Telefon numarasını yazdığı kağıdı kolayca görebileceki bir yere, televizyonun üzerine bıraktı.

***

            Gece yarısı işten dönecek olan İsmail’i beklerken uyuya kalmıştı, İlknur. Sabah uyandığında İsmail’in ölü gibi yattığını gördü. Sekiz saat kömür kazdıktan sonra ölü gibi yatmasında ne yapsındı, garibim. Ama bugün önemli işleri vardı, yatmanın sırası değildi. Dürterek, acımadan uyandırdı İsmail’i. Mahkemeden gelen yazıyı gösterdi:

-Çiğdem karısı, beni mahkemeye vermiş.

-Çiğdem, kim?

-Musa’nın karısı.

-Niye vermiş?

-Geçenlerde kavga etmiştik, onun için vermiş.

-Suçun neymiş?

-Hakaret. Hanım efendiye hakaret etmişim.

-Kavgada ne demiştin, Çiğdem’e? Orospu, kaltak, kahpe.

-Ne bileyim, ben. Kavgada neler söylenirse, onları söylemiştim. O, bana söylemişti. Ben, ona söylemiştim.

-Boş ver, ondan bir şey çıkmaz. Yat yerine.

-…

-…

-…

            İsmail’den hayır gelmeyeceğini, İsmail’le konuşmanın gereksiz olduğunu anlayan İlknur, telefon numarası yazan kağıdı televizyonun üzerinden aldı, İsmail’e uzattı.

-Ara şunu. Ne yapacağımızı sor.

-Kimin numarası bu?

-Dursun AYDIN’ın.

-Sabahın köründe adam mı aranırmış?

-Başlarım sabahın körüne. Ara şunu.

-Adam emekli, yatar şimdi.

-Saat dokuza geliyor. Köy yerinde öğleye kadar yatılmaz.

-Emekli adam. Öğleye kadar da yatar, akşama kadar da yatar. İsterse, hiç kalkmaz.

            Korkak, çekingen, ürkek, pısırık bir kişiliği vardı İsmail’in. Karşındakinin rahatsız olacağını düşünerek adım atamazdı. Yapmamak için yokuşa sürerdi, bahaneler uydururdu, bin dereden su getirirdi. Bu kişiliğinden dolayı Dursun AYDIN’ı arayamamıştı, aramamak için bahaneler uydurmuştu.

            İlknur:

-Sen aramazsan, ben ararım.

            İlknur’un “sen aramazsan, ben ararım” demesi, İsmail’i rahatlatmıştı, büyük bir yükten kurtarmıştı.

          İsmail:

-Ara.

            Dursun AYDIN’ın telefon numarasını çevirirken “Nasıl aranırmış, gör” dedi, İsmail’e

-Hanife abla. Ben, İlknur. Dursun abi evde mi?

-Evde.

-İsmail konuşmak istiyordu.

-Sabaha karşı yattı, uyuyor. Telefon numaranı yazayım, uyanınca arar.

            Sabaha karşı yattı denilen Dursun AYDIN, güneş doğmadan kalkmıştı. Bostandan biber, patlıcan, domates, fasulye toplamıştı. Kümesin kapısını açmış, yumurtaları almıştı. Patlıcanları ve biberleri kızartmış, domatesleri doğramış, yumurtaları haşlamıştı. Telefon çaldığında, bunlarla kahvaltı  yapıyordu.

          Hanife, kocasının talimatlarına göre davranırdı. Telefonu hep kendisi açardı. Kim ararsa arasın; evde yok derdi, uyuyor derdi, biraz rahatsız derdi, biraz yorgun derdi, o sizi arar derdi. Dursun AYDIN’da mutlaka arardı. Kendini ağırdan satmak ve itibarını artırmak için böyle yapardı.

-Arayan kim?

-İsmail’in karısı İlknur.

-Ne istiyormuş?

-Seni sordu. İsmail konuşmak istiyormuş, seninle. “Sabaha karşı yattı, uyuyor” dedim.

-Sonunda kucağıma oturdu, orospu çocuğu. Bizim partiye bir oy vermediler.

-Anlamadan, dinlemeden konuşma. Edepsiz adam.

-Telefon numarasını aldın mı?

-Aldım.

-Yüksek makam sahibi olursam, seni, kendime sekreter yapacağım. Çayı doldur.

            Kahvaltı yaptıktan sonra “ben size gösteririm” dercesine evin içinde dolaşmaya başladı Dursun AYDIN. Elleri arkasında,  gövdesi öne eğik, başını aşağı yukarı sallıyordu.

            Karısı Hanife;

-Başım döndü, otur yerine.

            “Orospu çocuğunun sıkıntısı neymiş, öğrenelim” diyerek İsmail’i aradı, Dursun AYDIN.

-İsmail, yavrum. Beni aramışsınız. Uyuyordum. Siz arayınca Hanife ablan hemen uyandırdı. Bir sıkıntı mı var?

-Var, abi. Başımız belada.

-Söyle, yavrum. Nedir sıkıntınız?

-Telefonda olmaz abi. Bir yerde buluşup yüz yüze konuşmalıyız.

-Tamam, yavrum. İlyas’ın kahvesinde buluşalım, konuşalım, saat 16:00 da.

-14:30 treniyle işe gideceğim abi, daha önce olmaz mı?

-Olur, yavrum. Saat 13:00’te olsun.

***

            Anlaştıklar saatten önce İlyas’ın kahvesine gitmişti, İsmail. Oturduğu yerden Dursun AYDIN’ın geleceği yol görünüyordu. Gözü yoldaydı İsmail’in. Bir an önce gelmesini istiyordu. Sık sık saatine bakıyordu. Zaman, geçmek biliyordu.

            İsmail’in telaşını gören kahveci İlyas:

-Telaşlısın İsmail, bir sıkıntın mı var?

-Musa’nın karısı, bizim karıyı mahkemeye vermiş, hakaret davası açmış. Onu konuşacağız, Dursun AYDIN’la.

-Doğru kişi, doğru adres.

-Halleder mi?

-Adam, Valiyle konuşuyor. Yargıçları, savcıları, doktorları, müdürleri, mühendisleri, bilirkişileri avucuna almış, oynatıyor. Komutanlar, esas duruşa geçip selam çakıyor. İpten adam alıyor, ipe adam veriyor. Bu ne ki?

-Doğru mu söylüyorsun?

-Doğru söylüyorum. Herkes biliyor, istediğine sor.

-Aramızda kalsın bu, kimseye söyleme. Olur mu?

-Söyler miyim, ölünceye kadar içimde kalacak.

-Gelince hemen çayını getir. Bitince, hemen tazele.

-Anlaşıldı.

          Dördüncü çayı içerken Dursun AYDIN’ın geldiğini gördü, İsmail. Her zaman olduğu gibi elinde çantası, sallana sallana yürüyordu.

          Kahveye girince İsmail’in karşısına oturdu. Elindeki çantayı, yanındaki sandalyeye bıraktı. Esas duruşta yanlarında bekleyen kahveci İlyas’a;

-Çay ver. Önemli bir konuyu görüşeceğiz. Dışarıda bekle, içeriye kimseyi alma.

          Masaya iki çay getiren kahveci İlyas, dışarı çıktı, kapıyı kapattı. Gözü içeride, Dursun AYDIN’nın çay bardağındaydı. Bitince hemen içeriye girecek, tazeleyecekti.

           Çaydan bir yudum içen Dursun AYDIN:

-İsmail, yavrum. Söyle, nedir sıkıntınız?

-Postacı bir zarf getirmiş, dün. Mahkemeden geliyormuş. Musa’nın karısı, benim hanımı mahkemeye vermiş. Mahkeme olunca korktuk, sana bir danışalım dedik. Postacı da bir avukatla görüşün demiş.

-Beni aramakla çok iyi yaptın. Mahkemeden korkacaksın, korkacaksın arkadaş. Bir anda cezaevinde buluverirsin kendini.

-Biz de öyle yaptık, abi. Senin gibi sözü geçen, çevresi geniş olan, itibarı yüksek olan abimize danışalım dedik.

-Mahkemeden gelen zarf yanında mı?

-Yanımda, abi.

-Ver bakayım.

          Ceketinin iç cebindeki zarfı aldı, Dursun AYDIN’ın önüne bıraktı, İsmail.

            Yakın gözlüklerini takan Dursun AYDIN, mahkemeden gelen yazıyı tekrar tekrar okudu. Bazı yazıların altını çantasından çıkardığı kırmızı kalemle çizerken “eyvah ki eyvah” diyordu, “durup dururken başınızı belaya sokmuşunuz” diyordu.

            Okumayı bitiren Dursun AYDIN yakın gözlüğünü çıkardı, masanın üzerine bıraktı, mahkemeden gelen iki kağıt yaprağını elinde tutarak:

-Senin karının adı İlknur mu?

-Evet, abi. İlknur.

-İlknur kızımız, Musa’nın karıya “orospu” demiş. Öyle yazıyor, mahkemeden gelen yazıda.

-Birkaç ay önce kavga etmişler. O, buna orospu demiş. Bu da, ona orospu demiş. Köy kavgaları böyle olur.

-İlknur kızımız delirmiş mi? Orospuya orospu denemezken, namuslu bir kadına orospu denir mi?

-Ağzından kaçmış, abi. Köy kavgalarında olur böyle şeyler.

-Büyük suç işlemiş.

          Yanındaki sandalyenin üzerinde duran çantasından kapağı dökülmeye başlamış kalınca bir kitabı çıkardı, elinde sallayarak İsmail’e gösterdi.

-Ben demiyorum, kanun diyor.

-Bu suçun cezası nedir, abi?

-Ben avukat değilim ama altı ay hapis olduğunu biliyorum. Kemiksiz, dört ay yatar.

-Ne diyorsun, abi.

-Yatmak, sıkıntı değil, İsmail’im. Yatar, çıkar. Sıkıntı başka.

-Sıkıntı nedir, abi?

-İlknur kızımız kaç yaşında?

-Yirmi sekiz.

-Sıkıntı, işte tam da burada, İsmail’im, yavrum. Yanlış anlama beni, orası cezaevi. Orada zıpkın gibi gardiyanlar var, yıllardır karı yüzü görmemiş mahkumlar var, parayı görünce öz kızını satacak hanım ağalar var. Hava kararınca orada devlet kalmaz. İlknur kızımıza çullanırlar, rahat bırakmazlar.

-Ne yaparlar, abi?

          Dursun AYDIN, “aptalmısın kardeşim” der gibi baktı İsmail’e.

-Allah korusun, alırlar bir odaya, sırayla üzerinden geçerler. Hiç bir şey yapamayız.

-Ne diyorsun, abi. Kurtar bizi, abi.

-Kurtarmak çok zor ama boş durmayacağız, bir şeyler yapacağız.

-Neler yapacağız, abi?

            Elinde tutmakta olduğu kitabı sandalye üzerindeki çantasına koydu, çantayı kapattı. Sinsi gözlerle çevresine bakındı. Kendilerinden başka kimse yoktu kahvede. Kahveci İlyas dışarıdaydı. Kapıda bekçilik yapıyordu, önemli bir konuda görüşme yapıldığını söyleyerek gelen müşterileri içeri sokmuyordu.

-Bastıracağız parayı, yargıcı satın alacağız, ceza vermesini önleyeceğiz. Parayı verebilecek misin?

-Para kolay da. Yargıca para veremem, ben. Korkarım.

-İsmail’im, yavrum. Korkacak ne var? Parayı sen vermeyeceksin ki.

-Kim verecek, abi?

          Kendisi dışarıda, gözleri içeride olan kahveci İlyas’a baktı, Dursun AYDIN. Bu bakışı gören kahveci İlyas, hızla içeri girdi, demli iki çayı masaya bıraktı, hemen uzaklaştı, dışarı çıktı, kapıyı kapattı. “Ne konuşuyorlar” diye soranlara, “ben girince, sustular” dedi.

          Yeni gelen çaydan bir yudum içen Dursun AYDIN;

-Sen, parayı bana vereceksin. Ben, avukata vereceğim. Avukat da sayın yargıç beye takdim edecek.

-Ne kadar vereceğiz, abi?

-Şimdilik yirmi bin lira verelim.

-Yeter mi? Az gibi geldi bana.

-Seni de fazla zorlamayalım, İsmail’im. Daha avukat parası var, mahkeme masrafları var, az çok benim harcamalarım da olacak. İlknur kızımız bir hata yapmış. Onu hapisten kurtarmaya çalışıyoruz, namusunu korumaya çalışıyoruz. Biraz ödeme yapacaksınız. Verdiğimiz parayı yeterli bulursa, davayı birinci duruşmada bitirir, sayın yargıç. Yeterli bulmazsa, birkaç ay sonraya erteler. O zaman bir miktar daha veririz.

-Avukata ne vereceğiz, abi.

-Fazla bir şey vermeyeceksin. Sayın yargıça verdiğini verirsin. Milletvekili olacak, o. Benim adamlarımdan fazla para alamaz. Fazla isterse, ipini çekeceğimi bilir. Mahkeme bitince taksit taksit ödersin.

-Senin de emeğin, zahmetin var, abi.

-İsmail’im, yavrum. Bilirsin, ben, dostlarımdan para almam. Allah rızası için yardım ederim. Artık sana kalmış, gönlünden ne koparsa, masrafları karşılasın, yeter.

-Avukatla ne zaman görüşürsün, abi. Hemen gidebilir misin? Ne kadar erken gidersen, bizim için o kadar iyi olur.

-Avukatın yanına eli boş gidilmez, yavrum. Parayı verdiğin zaman giderim, konuşurum, anlatırım. Benim için çok değerli olduğunuzu söylerim.

-Tren saati yaklaştı, abi. Ben, kalkayım.  İş dönüşü uğrarım, parayı veririm. Yirmi bin lira yargıca, yirmi bin lira avukata. Kırk bin lira getiririm. Senin hakkını daha sonra öderim.

-Mahkeme masraflarını da mahkeme bitince ödersin.

-Anlaştık, abi.

-Güle güle, yavrum. Hayırlı yolculuklar, hayırlı işler, kolay gelsin.

            İsmail çıkınca dışarıda bekleyenler içeriye doluştular. Bir kısmı Dursun AYDIN’ın yanına oturdu, diğerleri yakınına oturdu. Meraktan ölüyorlardı, Dursun AYDIN ile İsmail ne konuşmuşlardı? Sormaya çekiniyorlardı. Belki açıklama yapar diye Dursun AYDIN’ın ağzının içine bakıyorlardı.

          Fazla konuşmanın itibar azalttığını yaşadığı deneyimlerle öğrenmiş olan Dursun AYDIN,  Ser veriyordu, sır vermiyordu. Pek az konuşur olmuştu. Burada da ağzından bir sözcük çıkmadı. Sandalyenin üzerinde duran çantasını kucağına aldı, kapağını açtı, içindekileri çıkarmaya başladı. Az önce İsmail’e gösterdiği kanun kitabını, unutmamak için not aldığı akıl defterini, çantanın içine gire çıka yıpranmış dosyaları, bazı yazıların altını kırmızı kalemle çizdiği eski gazeteleri, kalemleri ve gazete kağıdına sarılmış bir şeyi, masanın üzerine yığdı.  Çantanın ağzını aşağıya çevirdi, içindeki tozu toprağı silkeledi. Masanın üzerindeki kanun kitabının, akıl defterinin, eski gazetelerin ve kalemlerin tozlarını üfledi, çantaya yerleştirdi. Çantanın kapağını kapattı, sandalyenin üzerine koydu. Gazete kağıdına sarılı şey, masanın üzerinde tek başına duruyordu.

          Meraklı gözlerle gazete kağıdına sarılı şeye bakıldığını gören Dursun AYDIN, merakın artmasını bir süre bekledi, merak düzeyinin yeteri kadar yükseldiğine karar verince kahveciye seslendi:

-İlyas, aç şunu.

          Gazete kağıdına sarılmış olan şeyin taş gibi sertleşmiş simit parçası olduğu görülünce, Dursun AYDIN:

-Sizler, benim döner yediğimi, pirizola yediğimi sanıyordunuz. Öyle değil mi? Yanılıyordunuz. Ben, sizlerin işleriyle uğraşırken kuru simitle karnımı doyuruyorum.           

***

          Tren durmadan merdivenlerden atlayan işçiler, kendilerini Kömür İşletmesine götürecek otobüslere doğru deli gibi koşarlardı. Otobüslerde oturacak yer bulmak, ayakta kalmamak için yaparlardı bunu. Her gün böyle yaparlardı, seksen metre koşarlardı. O sırada onların koşu yolu üzerinde canlı bulunmazdı. İnsanlar, kediler, köpekler, tavuklar, koşu yolu üzerinden kaçardı. Kaçmayan, ezilirdi. İsmail, bu kez tren durmadan atlamadı, tren durunca indi. Koşmadı, yürüdü. Durağa vardığında otobüslerin çoktan gitmiş olduklarını gördü. Bankaya girdi. “Vade bitimine sekiz gün var, sekiz gün bekle, faizini de alırsın” diyen bayan memuru dinlemedi. Vadeli hesabını bozdurdu, yargıca ve avukata verilecek kırk bin lirayı çekti. Kalan parasını vadesiz hesaba yatırdı. Dursun AYDIN’a verilecek para vardı, ödenecek mahkeme masrafları vardı. O paraları vadesiz hesaptan ödeyecekti. Bankadan çıkınca taksi tuttu, Kömür İşletmesine gitti.

***

          İsmail’in saat 0:40’da trenden ineceğinden, saat 01:00’a doğru  geleceğinden ve kırk bin lirayı vereceğinden adı gibi emindi, Dursun AYDIN. Yorgunluktan ölen karısı Hanife, çoktan uyumuştu, moralini bozacak kimse kalmamıştı evde. Köpeği Beleş’i evin alt katındaki odun deposuna bağlayarak İsmail’in önüne çıkabilecek tek engeli ortadan kaldırmıştı. “Uyumamış, parayı bekliyormuş” izlenimi vermek istemiyordu. “Uyumuş, kapı zili çalınca uyanmış” izlenimi vermek istiyordu, İsmail’e. Pijamasını giydi, evde yanan lambaları söndürdü, bulunduğu odanın penceresini açtı, geceyi dinlemeye başladı. Duymak istediği ses, kırk bin lirayı getirecek İsmal’in ayak sesleriydi.

          Evin karşındaki kestane ormanından baykuş sesleri ve balta sesleri geliyordu. Kaçak ağaç kesimi yapılıyordu. Ulumaya başlayan çakal sürüsü, baykuş seslerini ve balta seslerini bastırdı. Köyün köpekleri, çakalların ulumalarına bir ağızdan karşılık verdiler. Bir tüfek patladı, sesler kesildi ve sessizliğe büründü, gece.

          Kapı zili çalınca İsmail’in geldiğini anladı ama yerinden kalkmadı Dursun AYDIN, “orospu çocuğunun ayak sesleri duyulmadı, çok sessiz geldi” dedi. İkinci kez çalınınca da kalkmadı, zilin üçüncü kez çalmasını bekledi. Üçüncü kez çalınca yavaşça kalktı, elleriyle saçlarını dağıttı, kapıya gitti.  

          Karısı Hanife uyanmış, ne yapacağını bilemeden kapının önünde bekliyordu.

          Dursun AYDIN, gelenin kim olduğunu bilmiyormuş gibi davrandı:

-Kim o?

-Benim, İsmail.

          Önce dış lambayı yaktı, sonra kapıyı açtı, Dursun AYDIN. İsmail’i beklemiyormuş gibi telaşla, heyecanla sordu;

-İsmail’im, yavrum. Ne oldu, bir şey mi oldu, bir sıkıntı mı var? Bu saatte ne işin var burada?

-Sayın Yargıca ve avukata verilecek parayı getirdim, abi.

-Korkuttun beni, yavrum. Ne acelesi vardı. Kaçıyoruz mu? Yarın getirirdin.

-Olsun, abi. Bir an önce verelim, şu beladan kurtulalım.

          İsmail, para dolu zarfı Dursun AYDIN’a verdi.

-Parayı saymıyorum. Ne kadar var içinde?

-Sayma, abi. Kırk bin lira var.

-Bu paraya hiç dokunmadan avukata vereceğim. Eksik çıkarsa, avukata çok mahçup oluruz.

-Bana güven, abi. Eksik çıkmaz.

-Uyanabilirsem sabah treniyle giderim, avukata veririm. O da uygun göreceği bir zamanda gider, sayın yargıç beye takdim eder. Unutmadan söyleyeyim. İlknur kızımızın avukata vekalet vermesi gerekecek.

-Vekalet nedir, abi?

-İlknur kızımız adına avukatın duruşmalara girmesini sağlayacak yetki belgesi. Vekalet vermezseniz, sizin adınıza duruşmalara giremez, avukat.

-Vekaleti nerede vereceğiz, abi.

-Noterde vereceksiniz. Vekalet ücreti sekiz yüz liradır.

-Sabah treniyle birlikte gidelim, abi. Hem avukata gideriz, hem notere gideriz.

-Acelesi yok, yavrum. Önce ben gideyim, avukatla görüşeyim. Ne zaman gelmenizi isterse, o zaman gidersiniz. Avukatla görüştükten sonra notere geçersiniz. Avukatın sekreteri olan kız, sizi, notere kadar götürür.

-Avukatın bürosu nerede, abi?

-Avukatın bürosu, bizim parti binasının bir kat altında. Dışarıdan bakınca “avukat” tabelasını görürsünüz. O binada başka avukat yok, zaten. Benim gönderdiğimi söylersiniz. Sayın yargıca verilecek paradan sakın söz etmeyin. Çok ayıp olur avukata, alınır.

-Söz eder miyiz, abi. O kadar cahil miyiz?

          İsmail gittikten sonra kapıyı kilitleyen Dursun AYDIN, karısına talimatı verdi;

-Sekreter hanım. Not al. Yarın, akşama kadar evde yatacağım. Arayan, soran olursa; “evde yok, şehre gitti” dersin.

          Gecenin karanlığında evine doğru giderken kendisine bir soru sordu, İsmail:

-Bizim partinin adamları, böyle ilgilenir miydi?

***

            Kasım ayının son günlerinde, izinli olduğu bir günde Dursun AYDIN’ın kapısını çaldı İsmail.

-Hanife abla. Dursun abi evde mi?

            İçeriden Dursun AYDIN’ın sesi geldi.

-İsmail, yavrum. Soğukta bekleme, gir içeri.

            Sobanın üzerinde kestane pişiriyordu Dursun AYDIN. Pişmiş kestane kokusu ve yanmış kabuk dumanı odayı doldurmuştu.

-Hanım. Pencereyi aç. Duman, koku çıksın. Çayı demle, İsmail’im gelmiş. İsmail’im, yavrum, hoş geldin.

-Hoş bulduk, abi.

-Nasılsınız? İlknur kızımız nasıl?

-İyiyiz, abi. Cuma günü duruşma vardı.

-E, ne oldu?

-Üç ay sonraya ertelendi. Şubat’a ertelendi.

-Dediğimiz gibi oldu. Parayı az bulunca duruşmayı erteledi, sayın yargıç. Bu erteleme, İlknur kızımızın hapis yatmayacağını gösteriyor.

-Biz de öyle düşündük, abi. Onun için yargıca verilecek parayı getirdim.

          Paltosunun iç cebindeki para dolu zarfı çıkardı, Dursun AYDIN’a verdi.

-Ne kadar var, içinde?

-Aynısı, kırk bin lira. Yirmisi senin, yirmisi sayın yargıçın.

-Bugün Pazar. Pazartesi, avukat yoğun olur. Salı günü gider, veririm. O da uygun bir zamanda sayın yargıç beye taktim eder.

            İsmail gittikten sonra karısına talimatı verdi;

-Sekreter hanım. Not al. Salı günü akşama kadar evde yatacağım. Arayan, soran olursa; “evde yok, şehre gitti” dersin.

***

            İsmail ve karısı İlknur, soğuk ve karlı bir şubat gününde, öğleden sonra evden çıktılar, Dursun AYDIN’ın evine doğru yürüdüler. Teşekkür amacıyla aldıkları hediyeler de yanlarındaydı. Yağan kar yerleri kapatmaya başlamıştı. Sağdan soldan tüfek patlamaları geliyordu. Kar kalınlığı fazla olan yükseklerden kar kalınlığı az olan alçaklara  yiyecek bulmaya inen kuşlar vuruluyordu.

          Kapının zilini çaldılar, Hanife açtı kapıyı. Karşısında İlknuru ve İsmail’i görünce kocasına olan nefreti biraz daha arttı.

          Gelenleri  soba yanmayan, soğuk misafir odasına alan Hanife:

-Bu soğuk odada azıcık bekleyin. Dursun abinizi uyandırayım.

          Oturma odasına gitti, sobaya birkaç kürek kömür attı, perdeleri sıyırdı, pencereyi açarak odanın havasını temizledi, ortalığı şöyle bir toparladı, sağ ayağıyla kanepeye şiddetli bir taban indirdi, sarsıntıyla uyanan Dursun AYDIN’a:

-Kalk lan. Gelenler var.

          Dursun AYDIN yattığı kanepeden kalktı, üstünü başını ve saçlarını düzeltirken, Hanife’ye:

-Kim geldi?

Dursun AYDIN’nın sorusuna aldırmayan Hanife:

-Pencereyi kapat, içerisi ısınsın. Perdeyi de düzelt.

          Soğuk misafir odasında bekleyenleri sıcak odaya aldı, Hanife.

          İlknur’u ve İsmail’i gören Dursun AYDIN:

-İsmail, yavrum. Bu karda kışta evinizde oturmak varken buralara kadar geldiğinize göre, önemli gelişmeler oldu.

-Önemli gelişmeler oldu, abi. Mahkeme, dün bitti. Sayende, hapis yatmaktan kurtulduk.

-Oh, çok şükür. Sen nasılsın, İlknur kızım?

-Ben de iyiyim, abi. Sayende, hapis yatmaktan kurtuldum.

-İsmail, yavrum. Olup bitenleri anlat bakayım, biraz sevineyim.

-Üç ay hapis cezası verdi, yargıç. Onu da paraya çevirdi.

-Hapis yatmaktan iyidir, yavrum.

-İyi olmaz mı, abi.

-Duruşmaya siz de girdiniz mi?

-Girdik, abi.

-Avukat nasıldı, avukat. İyi savundu mu sizi?

-Avukatımız, dört dörtlüktü. Bizi savunmak için çırpındı durdu, kendisini mahvetti.

-Ben, sizi, ciğeri beş para etmez avukatlara gönderir miyim?

-Sağol, abi.

-Yargıç nasıldı?

-Sayın yargıç çok iyiydi. Yüzünden nur akıyordu.

-Tanırım, kendisini. Oturmuşluğumuz, konuşmuşluğumuz var. Ağır Ceza mahkemesini, Yargıtay üyeliğini, Anayasa Mahkemesi üyeliğini hatta başkanlıklarını hakediyor. O makamlara yükselmesi için elimden geleni yapacağım.

            Konuşulacak bir şey kalmayınca, getirdikleri hediyeleri vermenin sırası gelmişti.

          Hediyeleri vermeye başlayan İlknur:

-Viskiyi ve çikolatayı sana getirdik, abi. Pastayı da, çayla yeriz diye getirdik. Yardımlarınızdan dolayı teşekkür ediyoruz, saygılarımızı sunuyoruz, sevgilerimizi sunuyoruz. Sizleri her yerde anacağız, her yerde anlatacağız.

          Dursun AYDIN, karısına talimatı verdi;

-Hanım. Çayı demle, kutlama yapacağız. “İlknur kızımızın hapisten kurtuluşunu, İsmail’in de sıkıntıdan kurtuluşunu” kutl