MEKE GÖLÜ

          Meke gölünün adını çok duymuştu, namını çok duymuştu. Resimlerini gazetelerde, dergilerde ve internetlerde çok görmüştü. Göl değil de Meke Dağı ilgisini çekiyordu. Küçük, güzel ve pek şeker bir dağcık olduğunu resimlerinden anlamıştı. Görülmeye değer bulmuştu ve ‘Görülecek Yerler’ listesine yazmıştı.

          Meke Gölü ve Meke Dağıyla ilgili bilgiler toplama başladı. Konya’nın Karapınar ilçesinde bulunan göl, bir krater gölüymüş. Dört-beş milyon yaşındaki bir kraterin içinde oluşmuş. Meke adını, oralarda yaşayan Meke kuşundan almış. Bir zamanlar yirmi beş metre derinlikte olan göl, son yıllarda kurumuş. Göçmen kuşların uğrak yeriymiş. Kraterin uzun çapı bin yedi yüz metre, kısa çapı bin dört yüz metreymiş. Gölün suyu kuruyunca, turist otobüsleri, kraterin tabanına kadar inmeye başlamış.

          Bundan dokuz bin yıl önce volkanlar patlamaya başlamış. Çevrede olduğu gibi kraterin içinde de bir volkan konisi oluşmuş. Meke gölü ortasındaki bu volkan konisine ‘Meke Dağı’ denmesinde hiçbir sakınca olmazdı.

          Meke dağının büyük çapı sekiz yüz elli metre, küçük çapı altı yüz metre, eski krater tabanından yüksekliği elli metre, krater derinliği on metre, krater ağzının çevresi sekiz yüz elli metreymiş.

          Meke Gölü ve Meke dağıyla ilgili yeterince bilgi toplayınca, yola çıkmaya karar verdi. Beş ay sonra, önümüzdeki yılın ilkbaharında, mayısta yola çıkacaktı. Koniye tırmanmaya çalışacaktı. Tırmanabilirse; on metre derinliği olan kraterin içine girecekti,  sekiz yüz elli metre çevresi olan krater ağzını boydan boya yürüyecekti, bulunduğu yerden diğer volkan konilerini görecekti,  sayısız fotoğraf çekecekti.

          Meke gölüne gidecek iki rota belirledi. Birinci rota, Coğrafya rotasıydı. Coğrafya rotasında Tuz Gölü ve Hasandağı vardı. İkinci rota olan Tarih rotasında, Çatalhöyük ören yeri vardı.

          Hangi rotadan gideceğine karar veremiyordu. Meke gölünden geri dönecek olsaydı, sorun kalmazdı. Gece yarısı yola çıkardı, birinci rotadan giderdi, ikinci rotadan dönerdi. Meke gölünden dönmeyecekti, Çukurova’ya gidecekti.

          Birinci rotadan çok geçmişti, rota üzerinde bulunan Tuzgölünü ve Hasandağını çok görmüştü. Coğrafya’yı da seviyordu. Bir kez daha görmeye ve bir kez daha oralardan geçmeye hayır demezdi.

          İkinci rota üzerinde bulunan Çatalhöyük ören yerine gitmemişti ama fotoğraflarını görmüştü, hiç ilgisini çekmemişti. Sadece Çatalhöyük ören yeri değil ören yerleri ilgisini çekmiyordu. Tarihle arası da yoktu, sıkılıyordu.

          Şu anda, sevmediği Tarih rotası değil, sevdiği Coğrafya rotası ağır basıyordu.

***

          Uzun yolda araba kullanırken, uyumaktan çok korkuyordu. Daha önceki yolculuklarında iki kez uyumuştu ve yol kenarlarındaki bariyerlere çarpmıştı. Bariyerler olmasaydı, yoldan çıkacaktı ve taklalar atacaktı. Bu iki kazadan sonra akıllanmış, hızını düşürmüş, çok sık mola vermeye başlamıştı. Çeşmelerde, dinlenme tesislerinde, benzinliklerde duruyordu; uyku giderici içecekler içiyordu, yüzünü yıkıyordu, arabada uyumaya çalışıyordu, gözlerini dinlendiriyordu. Uykusuzluk yapan sert çikolatayı arabadan eksik etmiyordu, yolda giderken atıştırıyordu. ‘Araba kullanırken uyuma’ korkusunu aklından çıkaramıyordu. Bu korku, yola çıkmadan başlıyordu, yolculuk boyunca sürüyordu ve yolculuk bitiminde ‘ölmedim’ sevincine dönüşüyordu.

***

          Arabasının torpido gözünde duran defteri aldı, temiz bir sayfa açtı. Temiz sayfanın üst köşesine günün tarihini yazdı. Defterin birinci satırına ‘Meke Gölü Yolculuğu’, ikinci satırına ‘Çıkış Saati: 3:48’ yazdı. Uzun yolculuklarda böyle yapardı. Günün tarihini, yolculuğun adını, yola çıkış saatini, mola yerlerini ve saatini, varış saatini yazardı. Defteri yan koltuğa bıraktı, motoru çalıştırdı, yola çıktı.

          Yola çıkışından yirmi dakika sonra yağmur çiselemeye başladı. Çiseleyen yağmurlar çok tehlikeliydi. Yollarda birikmiş tozları çamura dönüştürüyordu, yolları kayganlaştırıyordu. Hızlı giden araçlar kayardı, yoldan çıkardı, bir yerlere çarparak dururdu. Arabanın hızını biraz düşürdü. Yağmur şiddetlenip yollardaki çamuru temizleyinceye kadar düşük hızla gidecekti. İlerledikçe yağmurun şiddeti artıyordu. Bir yağmur topuna girmiş, kenarından ortasına doğru gidiyordu. Dört bir yanda renarenk şimşekler çakıyordu: beyaz şimşekler, pembe şimşekler, kırmızı şimşekler, sarı şimşekler.  Şimşeklerin ardından hafif hafif gök gürültüleri geliyordu. Fırtınaların ve şimşeklerin bitmediği Jüpiter gezegeni gibiydi.

          Ortalıkta kimsecikler yoktu. Korkmaya başlamıştı. Bir araba ışığı görmeyi öyle çok istiyordu ki. Arkadan gelen bir araba ışığını görmek umuduyla aynalara bakıyordu. Aynada bir ışık görse; yavaşlayacaktı, geçmesini bekleycekti ve peşine takılacaktı. Önüne çıkan ilk akaryakıt istasyonuna sığındı, havanın aydınlanmasını bekledi. Bu sığınmayı, deftere yazdı.

          Akaryakıt istasyonuna sığınması sayılmazsa, ilk molasını Devrek ilçesi ile Dorukhan tüneli arasındaki mantar çeşmede verdi. Kendisi gibi yağmur da mola vermişti. Çeşmenin arkasından geçen derenin gürültüsü duyuluyordu. Yağmur suları dere yatağında toplanıyordu ve gürültüyle akıyordu. Uykusu yoktu ama gene de yüzünü yıkadı. Su serperek arabanın camlarını temizledi. Arabaya oturdu, bir bezle ellerini kuruladı. Yan koltukta duran deftere mola yerini ve mola saatini yazdı.

          Neredeyse saat başı mola vererek Ankara’nın Gölbaşı ilçesini geçmişti. Yağmur  yağmıyordu, hava güneşliydi, yollar kuruydu. Havadaki yüksek nem, uzak görüşü azaltıyordu. Kuru yolda arabanın hızını biraz artırdı.

          Yol ayrımına yaklaşıldığını gösteren trafik işaretini gördü. Rota konusunda karar verme zamanı gelmişti. Tarih rotasına girecekse; sağa sinyal vermesi, hızını azaltması ve sağa dönmesi gerekecekti. Coğrafya rotasına girecekse; düz gitmesi yeterli olacaktı.

          Hızını düşürmedi, düz gitti, Coğrafya rotasına girdi.Tarih rotası geride kaldı.

          Coğrafya rotasından ilk geçişi, yıllar önceydi. Arabasını yeni almıştı. Arabası dokuz yaşında olduğuna göre sekiz yıl önce geçmişti. Yaz mevsimiydi. Göle yaklaşınca, göl üzerindeki karartıları görmüştü. Bu karartıların, gölden tuz çıkaran işçiler olabileceğini düşünmüştü. Göle iyice yaklaşınca, bunların, tuz çıkaran işçiler olmadığını, kurumuş gölde yürüyenler olduğunu anlamıştı. Kendisi de kuruyan gölde yürümüştü, gölün ortasına doğru birkaç yüz metre yürümüştü.

          Coğrafya rotasına girişten on beş dakika kadar sonra Tuz Gölünü gördü. Arabanın hızını düşürdü, göle bakarak gitmeye başladı. Dinlenme tesisine yaklaşmıştı ama göldeki o karartıları görememişti. ‘Göl tabanı kurumamış’ diye düşündü. Dinlenme tesisinin futbol sahası büyüklüğündeki oto parkına girdi. Boş sayılabilecek otoparkın uzak kenarına park etti. Dinlenme tesisine yüz metre uzaktaydı. Uyumaya çalıştı, uyuyamadı. Gözlerini dinlendirmiş oldu. Evden getirdiği yiyecekleri yedi, göle doğru yürüdü.

          Yolunu kesen bir güvenlik görevlisi:

-Kimliğini görebilir miyim?

-Benden öncekilerden istemediniz.

-Sizde şüpheli bir durum gördük.

-Neyimden şüphelendiniz?

-Otopark boşken, gittiniz, en uzak yerde park ettiniz.

-Uyumak için oraya gittim.

-Yasak yok, her yerde uyuyabilirdiniz.

-Gürültüden uzaklaşmak istedim.

-Buyurun, kimliğinizi.

          Dinlenme tesisinin içinden geçerek göl kıyısına gitti. Gölün suyu çekilmişti ama zemin tam olarak kurumamıştı. Tabana çökmüş tuzlar, ıslaktı. Ayakkabılarının tabanları ıslandı. Burada biraz daha kalırsa; ayakkabıları su çekecekti ve çorapları ıslanacaktı. Dinlenme tesisinin içine döndü. Bir dükkanda Himalaya tuzu satıldığını gördü. Fiyatları çok yüksek olan yiyecekleri, içecekleri ve hediyelikleri alan yoktu. Makul fiyatlarla daha çok satabilirlerdi ve daha çok kazanabilirlerdi. Demek ki bir bildikleri var.

          Bir süre daha göl kıyısında ilerledi. Göl ile yol arasında, tuz üreten küçük işletmeler vardı. Tuz işletmelerinden sonra gölden uzaklaştı. Büyük bir yerleşimin içinden geçti, karşısına gene göl çıktı. Gölün bu kısmındaki sular çekilmemişti. Sular çekilmediğine göre buradaki su derinliği biraz fazlaydı. Suyun rengi pembeydi. Gölü kirletecek sanayi tesisleri olmadığına göre pembe rengi gölde yaşayan bakteriler ve planktonlar veriyordu.

          Tuz Gölü geride kalınca karşısına Hasandağı çıkacaktı, karşısına, dev gibi. Yaklaştıkca devleşecekti. Öyle olmadı. Bir karartı gibi görünüyordu. Dağın dibine kadar geldi, görüntü netleşmedi. Havadaki yüksek nem, görüşü engelliyordu. İlkbahar değil de kış olsaydı; havada nem olmazdı, onlarca kilometre uzaklıktan net görünürdü, pürüzsüz görünürdü. Toros dağlarında, Cennet ve Cehennem mağaralarının bulunduğu yerdeydi. Aralık ayıydı. Akdeniz’de küçük bir ada gördü. Akdeniz’de Kıbrıstan başka  ada yoktu. Bu nereden çıkmıştı? Gördüğü adanın ilerisinde bir ada daha gördü. Türkiye ile Kıbrıs arasında herhangi bir ada olmadığını kesinlikle biliyordu. Bu gördükleri, Kıbrıs adasının yüksek kesimleri olabilirdi.

          Yemek yediği lokantanın garsonuna:

-Şu görünen adalar, Kıbrıs mı?

-Evet, abi. Kıbrıs.

-Her zaman görünüyor mu?

-Her zaman görünmez. Açık ve düşük nemli havalarda görünür. Bazı geceler, ışıklar bile görünüyor.

          Gördüğü iki ada, Beşparmak dağlarının en yüksek iki tepesiydi.

          Dağ gibi, şelale gibi, peri bacaları gibi, vadi gibi doğa harikalarının önünden geçen yolların kenarlarına ‘seyir cepleri’ yapılırdı. Meraklılar bu ceplere girer, doğa harikalarını seyrederdi, fotoğraflar çekerdi. Bir doğa harikası olan Hasandağı’nın önünden geçen yol Akdeniz’e, Güneydoğu Anadolu’ya, Suriye’ye ve Irak’a gidiyordu. Oralardan da başka yerlere gidiyordu. Böylesine yoğun bir yolda seyir cepleri yoktu. Meraklı sürücüler, fırsat buldukça göz ucuyla bakabiliyordu.

          Kendisi görmemişti ama başkalarından duymuştu. Çatalhöyük ören yerinden bakılınca Hasandağı görünürmüş. Bin yirmi dört metre yüksekliği olan Beşparmak dağları, yüz otuz beş kilometreden görünürse; üç bin iki yüz altmış sekiz metre yüksekliği olan Hasandağı, yüz otuz kilometreden haydi haydi görünürdü.

          Uzmanlara göre; Hasandağı, Çatalhöyük halkı için çok önemliymiş. Hasandağındaki ocaklardan çıkardıkları obsidyenle delici ve kesici aletler yaparlarmış. Obsidyen sektöründe çok ileri gitmişler. Obsidyen uçlu ok ve mızrak yapmışlar, ihraç etmişler. Çatalhöyük yöneticileri ‘yüzde yüz yerli ve milli silah’ yapmakla övünmüşler.

          Hasandağı ateş ve duman saçmaya başlamış. Göz gözü görmüyormuş, üzerlerine kül yağıyormuş. Ne olduğunu anlamamışlar. Hasandağı ateş ve duman saçmayı bırakınca, göz gözü görmeye başlayınca bir de ne görsünler. Tek boynuzlu Hasandağı, iki boynuzlu olmuş. O zaman Çatalhöyük sakinleri ‘işte bu, bizim tanrımız’ demiş. Obsidyen uçlu ok ve mızraklarla avladıkları hayvanları, Hasandağına sunmuşlar.

          Hasandağı’nın ateş ve duman saçması durmuş ama sıcak dağa aylarda yanaşamamışlar, obsidyen çıkaramamışlar. Obsidyen karaborsaya düşmüş, fiyatı her gün artmış.  Bir bakmışlar ki; obsidyen çıkardıkları ocakları lav doldurmuş. Bu olay duyulur duyulmaz obsidyen fiyatları fırlamış. Obsidyen sektöründe üretim durmuş, obsidyen uçlu ok ve mızrak ihracatı durmuş, işsiz kalan işçiler eylemlere başlamış. Muhalefet, gerekli önlemleri almadı diye hükümeti suçlamış. Hükümet sözcüleri de ‘aldıkları önlemler sayesinde krizin teğet geçtiğini’ açıklamışlar. Daha sonra da ‘krizi, fırsata çevirdiklerini’ açıklamışlar.

***

           Ana yoldan sağa girdi. Çatalhöyük ülkesinde ilerliyordu. Telefondaki navigasyon, onu, Meke Gölüne götürüyordu.

          Kırmızı rengiyle göze batıyordu, Meke volkanı. Ham yolda ona doğru ilerliyordu. Arabayla kraterin içine girecekti, turist otobüslerinin yanına park edecekti. Kraterin içine inen yolu iri taşlarla kapatıldığını gördü. Ortalıkta ne turist vardı, ne otobüs. Arabadan indi, kraterin kenarına yürüdü, çevreye bakınmaya başladı. Kraterin içindeki göl, kurumuştu. Orada burada tuz çökelleri görünüyordu. Kraterin içindeki kırmı bir mantara benziyordu, Meke volkanı. Beş milyon yaşındaki kraterin içinde dokuz bin yaşındaki bir gençti. Pek güzeldi, pek şekerdi. Her yeri kırışmış yaşlı bir kadının kucağındaki bebek gibiydi, kurumaya yüz tutmuş bir ağacın kökünden fışkırmış filiz gibiydi.

          Bir karış boyu vardı, volkanın. On dakikada tırmanabilirdi. Arabadan sadece su şişesini aldı. Kuruyemiş, çikolata, gofret ve bisküvilere dokunmadı. Kayaları kırmak amacıyla arabada bulundurduğu jeolog çekicini de almadı. Kıyamazdı, Meke volkanına. Yolu kapatan iri taşların yanından geçti, kraterin içine doğru yürüdü. Yolda çökmeler olmuş. Yol, araba geçemeyecek kadar daralmış. Yolu kapatmakla iyi yapmışlar, doğru yapmışlar. Kraterin yamacında ve tabanında, yanmış kayaçlar vardı. Çok ince tuz tabakalarına basarak volkana doğru yürüdü.