PROJECİ

          Lise ikinci sınıfın Fizik öğretmeni, öğrencilere Bilim dergisini almalarını önermişti. Bilimsel araştırmalar yapan bir kamu kurumu, aylık olarak çıkarıyordu bu dergiyi.

          Bilim dergisinin müptelası olmuştu, Bahattin. Yeni sayısının çıkmasını sabırsızlıkla bekliyordu. Yeni derginin çıktığı gün kitapçıya koşuyordu, otuz gün beklediği dergiyi alıyordu.

          Dergide; astronomiyle ilgili, jeolojiyle ilgili, biyolojiyle ila ilgili, fizikle ilgili ve diğer bilim dallarıyla ilgili yazılar yayınlanıyordu. Bunların yanında bilimsel gelişmelerle ilgili ve teknolojik gelişmelerle ilgili yazılar da yazılıyordu. Daha lise öğrencisiyken yayınlanan ‘sığırların evrimi’ ile ilgili bir makaleye inanamamıştı. Makalede ‘üç yüz milyon yıl sonra sığırların alet kullanabileceği’ yazıyordu. Bildiğimiz sığırlar ayağa kalkacaklar, ellerindeki ve ayaklarındaki toynakların yerini parmaklar alacak ve alet kullanacaklar. İnanılacak gibi değil. Adam yazdığına göre bir bildiği vardır. Derginin son birkaç sayfası satranç’a ayrılıyordu. Dünya satranç şampiyonlarının ve diğer satranç şampiyonlarının oyunları hamle hamle veriliyordu. Derginin bu sayfalarından satranç oynamayı öğrenmişti, Bahattin. Kendisine bir satranç takımı almıştı ama oynayacak rakip bulamamıştı.

          Bilim dergisindeki yazıları okudukça “düşünmeye ve hayaller kurmaya” başlamıştı. Hesaba kitaba gelmeyen hayal ürünlerine “proje” diyordu. Her alanda projeler üretiyordu. “Bende proje var ama sermaye yok” diyerek “devletin ve işadamlarının ilgisizliğinden” yakınıyordu.

          Proje üretmekle kalmıyordu, önüne gelene projelerini anlatıyordu, kafa şişiriyordu. Ona, “Projeci Bahattin” diyorlardı ama projelerini dinlemek istemiyorlardı. Onu gören kaçıyordu, kafasını çeviriyordu, yolunu değiştiriyordu. Devlet ve işadamları gibiydiler, onu anlamıyorlardı.

          Laf olsun diye Projeci Bahattin’le konuşanlar oluyordu.

          İzine gelen Almancı Rafet:

-Bahattin bey. Duyduğuma göre memleketimizin makul talihini değiştirecek çalışmalarınız varmış, projeleriniz varmış. Doğru mudur?

-Doğrudur. Şu anda bitmiş durumda iki projem var. Devletimizin ve iş adamlarımızın ilgisini bekliyorlar.

-Projelerinizi anlatsanız da; memleketimiz adına sevinsek, heyecanlansak, gurur duysak.

-Efendim, birinci projem ‘önden pervaneli’ gemilerle ilgili. Sürtünme dediğimiz bir olay var. Sürtünme; hareket eden cisimlerin enerjisini tüketiyor, daha fazla enerji tüketilmesini sağlıyor. Sürtünmeyi ne kadar azaltırsak, enerji tüketimini de o kadar azaltırız. Şimdiki gemilerin pervaneleri, bildiğiniz gibi arkadadır. Pervane arkada olunca; geminin burnu suya tosluyor, su ile gemi arasındaki sürtünme artıyor, motora gelen yük artıyor. Motora fazla yük gelmesi; daha fazla mazot yakılması anlamına geliyor, mazota daha fazla para ödenmesi anlamına geliyor, maliyetin artması anlamına geliyor. Öyle değil mi?

-Çok haklısınız.

-Benim projemde pervane arkada değil önde. Pervanenin önde olması; su ile gemi arasındaki sürtünmeyi azaltıyor, motora gelen sürtünme yükünü azaltıyor. Motora gelen yükün azalması; daha az mazot yakılması, daha az para ödenmesi anlamına geliyor. Pervanesi önde olan gemiler, pervanesi arkada olan gemilere göre daha az mazot yakarlar.

-Sadece Türkiye için değil dünya için çok yararlı bir projeymiş. İkinci projenizi öğrenebilir miyiz?

-İkinci projem “yeraltı sıcaklığı” ile ilgili. Bildiğiniz gibi yeraltı sıcaklığı her oyuz üç metrede bir derece artar. Bir hesap yaparsak, yerin üç bin üç yüz metre altındaki sıcaklığın yüz derece olduğunu görürüz. Projenin amacı bu sıcaklığı alıp evleri ve seraları ısıtmaktır.

-Yerin üç bin üç yüz metre altındaki bu sıcaklığı nasıl alacağız?

-Efendim, çok kolay. Üç bin üç yüz metre kuyu açacağız, kuyunun içine soğuk su vereceğiz, yüz derece olarak geri gelecek. O suyla evleri ve seraları ısıtacağız. 

-Bu da çok ilginç ve çok yararlı bir projeymiş.

-Yararlı projeler ama devlet büyüklerimiz ve iş adamalarımız, bu projelere maalesef ilgi göstermiyorlar.

-Senin gibi projeciyi Almanya’da el üstünde tutarlar.

-Doğru söylüyorsunuz, efendim.

-Üzerinde çalıştığınız başka projeler var mı?

-Birkaç proje üzerinde çalışıyorum.

-Rica etsem, o projeleri lütfetme zahmetinde bulunur musunuz?

-Onları, henüz tamamlayamadım. Gelecek yıl arz etsem, olmaz mı?

-Gelecek yılı sabırsızlıkla bekleyeceğim.

          Projeci Bahattin’in projelerine inanarak yatırım yapanlar, para harcayanlar da olmuştu.

          Evinin önünde, erik ağacının gölgesinde oturmakta olan eski muhtar Ali’yi gören Projeci Bahattin:

-Ali abi. Nasılsın abi?

-İyiyim, Bahattin. Sen nasılsın?

-Ben de iyiyim.

-Buralara pek yolun düşmezdi.

-Doğru söylüyorsun, abi. Evde canım sıkılmıştı. Çatak Köyüne doğru yürüyeyim dedim. Yolun kenarında çok kıymetli bir arazi gördüm. Araştırırdım, soruşturdum, senin araziymiş. Çok kıymetli arazisi olan Ali abimi bir göreyim dedim.

-Hangi araziyi gördün, acaba?

-‘Ermiş yanı’ mevkiindeki arazi.

-Evet, şu arazi.

-Çok kıymetli arazin var. Arazinin değerini bil, Ali abi.

-Ne değeri olacak? Doğru dürüst toprak yok. Kayalık, taşlık.

-Orada çok güzel zeytin olur, abi.

-Sıcak iklim ağacıdır, zeytin. Buralarda yetişmez.

-Yetişmez olur mu? İnceledim, senin arazi doğu-batı doğrultusunda uzanıyor. Kuzeyinde bir sırt var. Bu sırtın önemini biliyor musun?

-Neymiş, önemi?

-Bu sırt, kuzeyden gelen soğuk havayı kesiyor. Sırtı aşamayan soğuk hava, sırt boyunca ilerliyor, senin araziye uğramadan çekip gidiyor.

-Her yer soğukken orası sıcak mı oluyor?

-Aynen öyle oluyor. Mikroklima olayı.

-‘O arazide zeytin yetişir’ diyorsun.

-Zeytin yetişir diyorum, mandalina yetişir diyorum. Daha da ileri gidiyorum. Hurma yetişir diyorum, pamuk yetişir diyorum.

-Ağaç dikmesi kolay. Bir gece don yaparsa, ne yaparız? Zeytinlerin hepsi yanar.

-O, eskidendi, abi. Havada uydular var. Soğuk havayı görüyorlar, sıcak havayı görüyorlar, yağmur yağışını görüyorlar, kar yağışını görüyorlar, rüzgarı görüyorlar, sisi görüyorlar, Afrika’dan gelen tozu görüyorlar. Baktık, kuzeyden soğuk geliyor, ağaçların üzerine naylon sereriz. Oldu, bitti.

-Ağaçlar büyüyünce ne yapacağız?

-Ağaçlar büyüyünce, kendilerini kurtarıyor. Çok şiddetli don olacaksa, ağaçların altında ateş yakarız. Oldu, bitti

-Zeytin fidanlarını nereden bulacağız?

-O işi bana bırak abi. Zeytincilerle bağlantım var. Alo diyeceğim, fidanları gönderecekler.

-Kaç fidan dikeriz?

-Senin arazinin seksen metre boyu var, on altı metre eni var. Doğru mu?

-Doğru.

-İki sıra dikeriz. Bir sırada sekiz ağaç olur. Sekiz çarpı iki, eşittir, on altı. Senin arazine on altı zeytin dikilir.

          Diktiği zeytin fidanları ilk donda yanan Ali, uzun süre sonra yakaladığı Projeci Bahattin’e:

-Sende kabahat yok. Kabahat, senin ipinle kuyuya inende.

          Almanya emeklisi Niyazi, üç katlı evinin önüne oturmuş, Alman kahvesini içiyordu. Projeci Bahattin’in yoldan geçtiğini görünce:

-Bahattin, yavrum. Gel, Alman kahvesi içelim.

-İçelim, Niyazi abi.

          Almanya emeklisi Niyazi’nin yanına oturan projeci Bahattin:

-Niyazi abi. Bu evin projesini sen mi çizdin?

-Ben çizmedim, başkası çizdi. Bir şey mi var?

-Bir şey yok. Kim çizdiyse, helal olsun. Şahane çizmiş. Yoldan beş metre çekmesi, çok güzel olmuş.

-Yoldan beş metreyi, ben çektirdim. Almanya’dan gelen çocuklar arabalarını çeksin diye.

-Sana da helal olsun Niyazi abi. Yere kıymışsın, beş metre çekmişsin. Bazıları, yola bitişik yapıyorlar. Evin önünde sandalye koyacak yerleri kalmıyor.

-Bende yer çok. İsteseydim, on metre çekerdim.

-Evin altına da iki dükkan yapmışsın. Yüksek yüksek, çok güzel olmuşlar.

-Dükkan değil onlar. Birisine odun-kömür koyuyoruz. Diğerine de ıvır zıvırları koyuyoruz.

-Bu dükkanlar çok kıymetli, Niyazi abi. Dükkanların değerini bil.

-Ne değeri olacak? Birisine odun-kömür koyuyoruz, ötekine ıvır zıvır koyuyoruz.

-Şimdilik bir değerleri yok ama istersen, çok değerli olurlar.

-Nasıl olurlar?

-Senin dükkanlar yüksek, ferah. Öyle değil mi? Bu dükkanlarda çok güzel meyhane çalıştırılır. Dükkanın birini boşaltırsın, boyatırsın, güzelce temizletirsin. Al sana, meyhane.

-Bu yaştan sonra etle, köfteyle, mezeyle, salatayla uğraşamam.

-Öyle meyhane değil, Niyazi abi. Sadece viski vereceksin. Bir bardak viski, bir dilim kavun.

-Viski, kolay.

-Çikolata bulundurursun, isteyene çikolata verirsin.

-Çikolata, kolay.

-Ayaküstü. Adam gelecek, viskisini atacak, parasını ödeyecek, gidecek. Birkaç tane masa sandalye alırsın. Belki oturmak isteyenler olur.

-Masa, sandalye kolay.

-Kavunları şuraya yığarız. Yalnız buzdolabı alman gerekecek. Birkaç kavunu ikiye bölersin, buzdolabına koyarsın. İsteyen olunca dolaptan çıkarırsın, dilim dilim kesersin, soğuk soğuk verirsin. Viskiler, meyve suları ve çikolatalar da soğuk olmalı. Buzdolabı olmadan olmaz.

-Buzdolabı kolay. Kavunu nereden bulacağız.

-O işi bana bırak, Niyazi abi. Kavuncularla, karpuzcularla bağlantım var. Alo derim, kavunları şuraya yıkarım.

-Şeftali gibi, karpuz gibi, üzüm gibi meyveleri de bulunduralım. Belki isteyen olur.

-İstediğini bulundurursun, Niyazi abi. Mevsimine göre. Kuruyemiş bile bulundurursun. Bakarsın, isteyen olur.

-Diyelim ki meyhaneyi açtık. Müşteri gelir mi?

-Gelmez olur mu, Niyazi abi. Müşteri, sonsuz. Hacıdan, hocadan evlere girilmiyor. Millet, eve alkol sokamıyor. İçecek yer arıyorlar.

          Öğlen saatleriydi. Almancı Niyazi pencereleri açmış, meyhaneyi havalandırmaya bırakmıştı. Meyhanedeki kavunları tek tek taşıyarak dışarıdaki dergiye yerleştiriyordu. Kavunları taşıyınca, akşamdan kalan bulaşıkları yıkayacaktı.

          Almancı Niyazi kavunları taşırken, Resmi plakalı bir araç geldi, meyhanenin önünde durdu. Aracın kapılarında ‘MALİYE’ yazıyordu. Araçtan inen bir kişi, kavunları taşıyan Almancı Niyazi’nin yanına gitti.

          Almancı Niyazi:

-Hoş geldin, yavrum. Şimdi hazırlık yapıyorum. Akşam altıda açıyoruz.

-Niyazi KALOĞLU, siz misiniz?

-Benim, yavrum.

-Vergi dairesinden geliyorum. Burayı, siz mi çalıştırıyorsunuz?

-Ben çalıştırıyorum, yavrum.

-Hakkınızda şikayet var.

-Ne şikayeti?

-Ruhsatsız çalışıyormuşunuz.

-Ruhsat, ne?

-Çalışma izniniz olduğunu gösteren Resmi belge.

-Bahattin, öyle bir şey söylemedi.

-Bahattin kim?

-Projeci Bahattin.

-Ruhsat almanız gerekiyordu, almamışsınız. Ceza yazmak ve işyerinizi mühürlemek zorundayız. Ruhsat alırsanız, mühürü sökeriz.

          Aklı başından giden Almancı Niyazi, sergideki kavunları tek tek  yola atmaya başladı. Yola düşen kavunlar paramparça oluyordu. Memur ve aracından inen şoför, Almancı Niyaziyi tuttular, kalan kavunları kurtardılar.

          Projeci Bahattini, proje anlatırken kahvede yakalayan Almancı Niyazi:

- Ulan, herşeyi söyledin, ruhsatı niye söylemedin? Senin yüzünden dünyanın cezasını yazdılar, dükkanı mühürlediler.

-Niyazi abi. Ben, projeciyim, muhasebeci değilim. O işleri muhasebeciye yaptıracaktın.

***

          Projeci Bahattin’in evinde projeleri yerleştirecek bir kitaplık yoktu, bir raf yoktu. Okuduğu bilim dergilerini, karyolanın altına serdiği gazete kağıdı üzerinde biriktiriyordu. Yeni çıkan dergiyi alıyordu, kendisine ilginç gelen yazıları okuyordu, not defterine gerekli notları alıyordu, satranç sayfılarına şöyle bir bakıyordu ve karyolanın altına gönderiyordu. Her yılın dergilerini ayrı paketliyordu ve üzerine derginin çıktığı yılı yazıyordu. Böyle yaparak dergilerin tozlanmasını da engellemiş oluyordu. Paketlerin üzerinde biriken tozları birkaç ayda bir temizliyordu.

          Karyolanın altındaki dergileri ve onların üzerindeki satranç takımını görünce cinleri tepesine toplanan karısı:

-Şu pisliklerini kaldır.

-Nereye kaldırayım.

-Nereye kaldırırsan kaldır. Sen kaldırmazsan, ben kaldırırım.

          Yirmi yıldır ‘sen kaldırmazsan, ben kaldırırım’ diyordu ama karyolanın altındaki dergilere dokunmuyordu.

          Bilim dergisini almaya başlayışının yirmi yedinci yılında, derginin yayın anlayışı değişti. Bilimsel anlayışın yerini din aldı, bilimsel yazıların yerini hurafeler aldı, bilimsel olayların yerini dedikodular aldı. Projeci Bahattin de yirmi yedi yıl aldığı Bilim dergisini almaktan vazgeçti.

          Köyün marangozuna ahşaptan yaptırdığı büyükçe bir sandığı el arabasıyla getirdi, evin odunluğundaki eski bir masanın üzerine koydu. Eski masanın üzerine koyarak, sandığı, olası su baskınlarından ve fare kemirmelerinden korumuş oldu.

          Karyolanın altındaki dergi paketlerini ve satranç takımını birkaç seferde taşıyarak sandığa yerleştirdi. Bir avuç naftalini sandığın içine serpiştirdi, sandığın kapağını kapattı, kilitledi ve anahtarı cebine attı.

          Sandığı kilitleyip anahtarını cebine atınca; bir dönem bitmiş gibi geldi, bir devir kapanmış gibi geldi, projeci Bahattin’e. Pişman değildi. Yirmi yedi yıl, her ay; bir derginin çıkmasını sabırsızlıkla beklemek, çıktığı gün dergiyi almak, yazıları yutarcasına okumak ve okuduklarına dayanarak dünyayı güzelleştirecek hayaller kurmak, onu mutlu etmişti. Yirmi yedi yıl o dergileri okumasaydı; sürtünmeyi, evrimi, üç yüz yıl sonra sığırların alet kullanacağını, yerkabuğu sıcaklığının her otuz üç metre derinlikte bir derece arttığını, uzayın genişlediğini, galaksileri, çarpışan galaksileri, sönmüş yıldızları, karadelikleri, çarpışan kıtaları, kuzey ışıklarını, sera gazlarını, bilimsel gelişmeleri, teknolojik gelişmeleri, satrançı, romantizmi ve diğer konuları nereden öğrenecekti? Hepsinden önemlisi; hurafelere inanmaktan, dedikodulara inanmaktan, haksızlık karşısında sessiz kalmaktan kurtulamayacaktı.

***

          Anlaştıkları saatte, tam on birde Receb’in evine gelmişti projeci Bahattin. Sırtında bir küfe, elinde bir sepet vardı. Küfenin içindeki kazmanın yuvarlak sapı ve baltanın köşeli sapı, küfenin dışına taşıyordu. Bir boya firmasının şapkasını başına geçirmişti projeci Bahattin ve sırtındaki küfeyle hafif kambur duruyordu. Sağa sola bakındı, Receb’i göremeyince evin önünde volta atmaya başladı.

          Epeyce volta attıktan sonra Recep görünmeyince pencerenin altına gitti, yukarıya seslendi:

-Recep

-…

-Recep

-…

-Recep

-…

-Recep

          Pencereye gelen Receb’in karısı Cemile:

-Üçkağıtçı. Ne bağırıyorsun?

          Konuştuğu her bayana ‘abla’ diyen projeci Bahattin, kendisinden yirmi yaş küçük olan Cemile’ye :

-Üçkağıtçı demeseydin, abla.

-Hak ediyorsun.

-Recep nerede?

-Ne yapacaksın, Receb’i.

-Bilmiyor musun?         

-Bilmiyorum.

-Söylemedi mi?

-Söylemedi.

-Ormana gidecektik, mantar toplamaya.

-Biraz bekle, yiyecek hazırlıyor.

-Yiyecek almasın.

-Ne yiyeceksiniz, ormanda?

-Küfede mısır ekmeği var, domates var, soğan var, tuz var. Közde mantar pişireceğiz.

-İçecek suyunuzu alın, o zaman.

-Suyu ne yapacaksın, abla. Orada bir su var, buz gibi. Onu bir içsen, bu suyu ağzına sürmezsin.

-Dikkat edin, ormanı yakmayın.

-Çocuk muyuz, abla?

-Sizin işiniz belli olmaz.

-Yakarsak, söndürmeye gelirsin.

-Başka işim mi yok?

          Başı öne eğik, bir süre bekleyen projeci Bahattin:

-Abla.

-Ne var?

-Bana ağır konuşuyorsun ama sen, gerçek bir dostsun.

-Nasıl anladın?

-Gerçek dost; kişinin hatasını yüzüne söyler, hata yapmaktan vazgeçmesini ister. Benim için uğraşıp duruyorsun.

-Uğraşıp duruyorum ama başarılı olabilecek miyim?

-Olacaksın, abla.

-Hata yapmaktan vazgeçecek misin?

-Vazgeçeceğim, abla. Vazgeçtim bile.

-İnanmıyorum. Köpekler vazgeçer, sen vazgeçmezsin.

-O işleri bıraktım, abla. Sırtımdaki küfeyi mantarla dolduracağım, satıp para kazanacağım.

-Göreceğiz.

-Göreceksin, abla. Başarılı olmanı sağlayacağım.

          Evdeki işlerini tamamlayan Recep, dışarıda kendisini bekleyen projeci Bahattin’in yanına indi.

          Receb’in elindeki sepetin içine bakan projeci Bahattin:

-Bunlar ne?

-Yiyecek birşeyler hazırladım.

-Bırak şunları. Küfede mısır ekmeği var, domates var, soğan var, tuz var, ızgara var. Közde mantar pişireceğiz.

-Patates kızarttım, köfte kızarttım. Buzdolabından iki şişe aldım, buz gibiler.

-Hemen gidelim, ısınmasınlar.

          Pencereden bakmakta olan Cemile:

-Projeci.

          Gözlerini pencereye çeviren projeci Bahattin:

-Buyur, abla.

-Projelerinle kocamın aklına girme, oralarda. Dertsiz başımızı derde sokma.

-Ne projesi, abla. O işler biteli çok oldu. Artık önümüze bakacağız, işimize bakacağız.

***

          Köyün son evi geride kalınca yolun yamacına tırmanan patika yola saptılar. Altı metre kadar yüksekliği olan yamaç bitince başlayan düzlükte duran projeci Bahattin; eğildi, yerden aldığı kuru çamur topağını eliyle ikiye böldü, sağ elindeki çamuru Receb’e uzattı:

-Bu, ne?

          Projeci Bahattinden aldığı topağı inceleyen Recep:

-Kuru çamur. 

-Olmadı. Ben, insanım. Benim adım, Bahattin. Bu, çamur ama adı ne?

          Okulda öğrendiği toprak türlerini anımsayan Recep:

-Humus.

-Humus değil. Bunun adı,kil.

-Doğru söylüyorsun. Killi topraklar da vardı.

-İzzet BULUT adında bir öğretmenimiz vardı. “Yarın, okula gelirken toprak getirin, heykel yapacağız” demişti. Tarlalardan aldığımız topraklarla okula gittik. Okulun bahçesindeki çeşmede toprakları ısladık, çamur yaptık. Herkes, kendine göre heykel yaptı. Heykeller, ayakta duramıyordu, yıkılıveriyordu. Ayakta durmayı başaran heykeller de kurudukça dökülmeye başladılar. Çamurlu ellerimizi ve üzerimize bulaşan çamurları çeşmede temizledik, sınıfa girdik. ‘Her topraktan heykel olmazmış. Heykel, kil topraktan olurmuş’. Öyle dedi, öğretmen. Bir Pazar günü sabahtan geldi. Köyün dağlarını, tepelerini dolaştı. Bu kil yatağını buldu.

-İdealist bir öğretmenmiş.

-Öğrencilerle çok ilgileniyordu. Heykel yaptırıyordu, resim çizdiriyordu, türkü söyletiyordu, mandolin çaldırıyordu.

-Adam, yetenek avcısıymış. Yetenekli öğrencileri arıyormuş. Buldu mu?

-Bizim zamanımızda bulamadı ama bizden sonrakilerde buldu. Sınıftaki öğrencileri üç guruba ayırmış. Birinci gurupta dört öğrenci varmış. Geriye kalan öğrencileri ikinci ve üçüncü guruba ayırmış. Birinci guruptaki dört öğrenci ders anlatmış, ikinci guruptakiler ders dinlemiş. Üçüncü guruptakiler kaya sökmüşler, okulun bahçesini genişletmişler. Kendisi de kayaları söken öğrencilerin başında durmuş. Ders veren dört öğrenci üniversiteye kadar gitti. İki tanesi Maden Mühendisi oldu, bir tanesi Jeoloji Mühendisi oldu, bir tanesi iktisatçı oldu.

-Bir köy okulunun aynı sınıfından dört öğrencinin üniversiteye gitmesi, çok büyük başarıdır. Dünyada örneği yoktur. Ders dinleyenler ne yaptı?

-Ders dinleyenler Liseye gittiler, Endüstri Meslek Lisesine gittiler, Ticaret Lisesine gittiler. Daha ileriye gidemediler. Ben de onların içindeyim.

-Kaya sökenler ne yaptılar?

-Yaşları tutunca kömür ocaklarında çalışmaya başladılar. Kazmacı oldular, domuzdamcı oldular. Şimdi emekliler.

          Elindeki kuru çamur topağını yere atan projeci Bahattin:

-Gidelim.

          Elindeki kuru çamur topağını yere atan Recep:

-Ne kadar yürüyeceğiz?

-İki saati bulur.

-Bizden önce gidenler olduysa, boşuna gitmiş oluruz.

-Mantar için o kadar yolu yürümezler.

          Patika yolda yürüyerek yükseliyorlardı. Çavuş’un arazisinde yürüyorlardı. Yol yamacı bitince başlayan Çavuş’un arazisi, kestane ormanına kadar gidiyordu. Çavuş’un arazisinde kestane ağaçları, elma ağaçları, armut ağaçları, incir ağaçları, erik ağaçları, ayva ağaçları, kiraz ağaçları ve beyaz üzüm bağları vardı. Sonbaharın ortasında ağaçlarda meyve kalmamıştı. Dallarda kalmış birkaç elmayı, kuşlar gagalamıştı.

          Çavuş’un arazi bitince kestane ormanı başladı, arazinin eğimi dikleşti. Yaban güllerinin uzayan dalları, patika yolu kapatmıştı. Uzayan dalları baltayla kesen projeci Bahattin, yolu açıyordu. Dik araziyi tırmanarak ve yollarına çıkan yaban gülü dallarını keserek yavaş yavaş ilerliyorlardı.

          Kestane ağaçlarının arasını yaban gülleri kaplamıştı. Yabangülü ve kestane çiçeklerinin salgıladığı nektarlardan Acı Bal üretirdi, arılar. Acı Bala, Deli Bal da deniyordu. Acı Baldan bir tatlı kaşığı yenebilirdi. İkinci kaşığı yiyenler, kendisini hastanede bulurdu. Alışkın olanlar, istediği kadar yiyebilirdi. Acı Bala alışkın olanlar, diğer balları ağızlarına süremezdi. Arıların nektar toplamaya başladığı mayıs ve haziran aylarında yağmur yağması, hiç iyi olmazdı. Yağmur, çiçeklerin salgıladığı nektarı alıp götürürdü, arıların toplayacağı nektar kalmazdı.

          Ormanın içi karanlıktı. Güneş ışınlarına ulaşmak isteyen kestane fidanları, kalem gibi uzamıştı. Ağaç köklerinden fışkıran filizler, güneş ışınlarına ulaşma çabasındaydılar. Buram buram nemli toprak, çürümüş yaprak ve mantar kokuyordu. Dallardaki sincapların ağızlarından yere düşen kestanelerin çıkardığı sesler, Receb’i ürkütüyordu. Bir oradan, bir buradan geliyordu, sesler.

          Receb’in annesi daha çocukken ailesiyle ormana gitmiş. Annesi, babası ve iki kardeşiyle birlikte. Hem kestane topluyorlarmış, hem mantar. Kalem gibi uzamış bir kestane fidanı, fırtınaya kapılmış gibi sallanmaya başlamış. Bir bakmışlar ki, ağacın tepesinde bir ayı yavrusu var. Ağacı kucaklamış, sallıyor. Yavru ayı, ağacın tepesinde oyun oynuyor. ‘Annesi buralardadır’ düşüncesiyle korkmuşlar, işi gücü bırakmışlar, ormandan kaçmışlar.

          Yıllar önce annesinin anlattığı bu olayı anımsayarak korkuya kapılan Recep:

-Ormandan çıkmamız ne kadar sürer?

-Bir saati bulur.

-Geri mi dönsek?

-Korktun mu?

-Ayı falan çıkmasın, karşımıza?

-Buralarda ayı kalmadı. Korkma.

-Bu ormanda ayı olmaz mı?

-Olmaz. Eskiden varmış. Öyle söylüyorlar. Şimdi herkesin elinde bir tüfek var. Gördükleri hayvanı vuruyorlar. Domuzların kökünü kuruttular. Domuz kalmayınca ayılar da iç kesimlere çekildiler.

          Patika yolu kapatan Yabangülü dallarını kese kese ilerlediler. Tırmanan patika yol bir süre sonra bitti, aşağıya doğru inmeye başladı. Kestaneler seyrekleşti, yabangülleri seyrekleşti, ormanın içi aydınlandı. Kestanelerin ve yaban güllerinin bitmesiyle çam ormanı başladı.

          Dallardan yere düşen yada kuşların ve sincapların düşürdüğü fıstıklardan fışkırmış fidanları gören Recep:

-Şunlardan birkaç tane söküp evin bahçesine dikeyim.

-Boşuna uğraşma. Sökülen çam ağacı tutmaz.

-Bunlar çok sık. Böyle büyüyemezler.

-Hepsi büyümeyecek. Bazıları baskın çıkacak, güneşe doğru yürüyecek. Diğerleri güdük kalacak.

          Yerdeki kozalaklardan topladığı bir avuç çam fıstığını Receb’e uzatan projeci Bahattin:

-Bunları teneke kutulara ekersin.

-Ne zaman ekeyim?

-Toprak ısınınca.

-Toprak ne zaman ısınır?

-Mayısta ısınır. Kutuya ektiğin fıstıklar çimlenince; bahçeye çukurlar açarsın, kutularıyla birlikte dikersin. Ara sıra sularsın.

-Doğrudan toprağa eksem, olmaz mı?

-Olmaz. Fareler yer.

          Çam ormanına girince kırmızı renkli Kanlıca mantarlarını tek tük görmeye başladılar.

          Recep:

-Mantarlara geldik, toplayalım.

          Projeci Bahattin:

-Acele etme. Asıl maden, ileride. Önümüze pınar çıkacak, orada duracağız.

          Çam ormanında ilerledikçe mantarlar sıklaşıyordu, mantardan adım atacak yer kalmıyordu. Boy boydu mantarlar. Zeytin büyüklüğünde olanlar vardı, avuç büyüklüğünde olanlar vardı. Avuç büyüklüğünde olanlar ömürlerini tamamlamıştı, çürümeye başlamıştı.

          Pınara gelince projeci Bahattin sırtındaki küfeyi indirdi. Küfeden aldığı kazmayla pınarı bürüyen otları temizledi, pınarın göletinde birikmiş çamurları temizledi, yerinden çıkmış boruyu bularak yerine taktı. Borudan bulanık akan su bir süre sonra duruldu, içilecek duruma geldi.

          Avuç avuç su içtiler, yüzlerini ve enselerini yıkadılar, saçlarını ısladılar, sonra mantar toplamaya koyuldular. Ellerindeki sepetlere doldurdukları mantarları küfeye boşaltılar, küfeyi mantarla doldurdular. Sepetleri de doldurunca mantar toplama işini bitirdiler.

          Projeci Bahattin:

-Mantar toplama işi bitti. Şimdi kuru dal toplayalım, ateşimizi yakalım.

          Çamlardan düşen kuru dalları ve kozalakları topladılar, pınarın yakınına yığdılar. Kuru dalları baltayla doğradılar. Yanması kolay olan kozalakları yaktılar, üzerlerine doğranmış odunları attılar. Ateş közlenirken ızgaraya uygun mantarları topladılar, ızgaraya yerleştirdiler. Domatesleri ve soğanları doğradılar, üzerlerine tuz serptiler. Projeci Bahattın elindeki odun parçasıyla közleri yaydı, yanan odunları ortamdan uzaklaştırdı, mantarları döşediği ızgarayı közün üstüne yerleştirdi. Genç ve taze mantarlar hemen pişiverdi. Pişen mantarları büyükçe bir tabağa boşalttılar, üzerine bolca tuz serptiler. Üçüncü ızgarayı yiyince doydular.

          Belki biraya meze olur diye körpe mantarları döşediği üçüncü ızgarayı közün üzerine yerleştiren Projeci Bahattin:

-Ver bakalım şişeleri. Isınmışlar mı?

          Ceplerinde aradığı açacağı bulamayan Recep:

-Açacak almayı unutmuşum.

-Açacağı ne yapacaksın? Yeter ki bira olsun. Açması kolay.

          Şişenin sıcaklığına elle baktıktan sonra şişeyi kafasına diken Projeci Bahattin:

-Dolaptan yeni çıkmış gibi.

-Yarasın, abi.

-Sana da yarasın, kardeşim.

          Patetes ve köftelerin bulunduğu saklama kabını açan Recep:

-Dört köfte sana, dört köfte bana. Patatesleri de ikiye bölüyorum.

-Sağol kardeşim.

-Biranın yanında köfteyi ve patates kızartmasını çok seviyorum.

-Ben de seviyorum. Sosisle de iyi gidiyor. Sosisleri yarım parmak uzunluğunda keseceksin, tereyağında kızartacaksın. Midye dolmasıyla da iyi gidiyor. Midyenin kabuklarını açacaksın, üzerine birkaç damla limon damlatacaksın. Balıkla, özellikle çinekopla çok iyi gidiyor. Rus salatasıyla da çok iyi gidiyor. Üzerine pul biber serpeceksin, bolca limon gezdireceksin. Tuzlu fıstıkla da iyi gidiyor ama ben sevmiyorum. Geviş getirir gibi çene çalıştırıyorsun.

-Keşke ikişer şişe alsaydım.

-Ne iyi olurdu.

          Üçüncü ızgarada pişirdikleri körpe mantarları birayla denediler, ikisi de beğenmedi.

          Karnı doyunca ve birayı içince oturduğu yerden kalkan Recep, avuçlarıyla pınardan su taşıdı, küllenmiş ateşi söndürdü. İçi rahat etmedi, garanti olsun diye fazladan birkaç avuç su daha döktü.

          Ateşi söndürdükten sonra oturan Recep:

-Bahattin abi.

-Buyur, kardeşim.

-Bizim köyün adı, Göbü. Göbü, ne anlama geliyor?

-Bilmiyorum.

-Araştırmadın mı?

-Araştırdım da birşeyler bulamadım. Televizyonda yemek programı seyrediyordum. İtalyada çekilmiş. İtalyan aşçı, atalarının Anadolu’dan geldiğini söylüyor. Gubie dedikleri bir yerden göçmüşler. Onların Gubie dedikleri yer, Göbü olabilir diye düşünüyorum. Göbü sınırlarında kalan Tepeköy dediğimiz yer, SİT alanıymış, Ceneviz kalıntıları varmış.

-Mantıklı düşünüyorsun, abi. Olabilir.

          Konuyu değiştirmek isteyen projeci Bahattin:

-Muhtarımızdan memnun musun?

-Muhtara işim düşmedi. İyi mi, kötü mü, bilmiyorum.

-Ona oy verdim ama hiç memnun değilim. Malın teki. Sana göre de malın teki değil mi?

-Muhtarı tanımıyorum. Kendisini tanıyorum da kişiliğini bilmiyorum, karakterini bilmiyorum.

-Bunun bütün sülalesi iktidar partisine üye oldu. Köyün bir işini yaptıramıyor. Ben, buna bir proje hazırladım. Ayağına kadar gittim, projeyi anlattım. ‘Al projeyi, Milletvekillerine git, Valiye git, Kaymakama git, İl Genel Meclisi üyelerine git, anlat’ dedim. Malın teki, gitmedi.

-Ne projesi hazırladın?

-Sahilde Hazine arazisi var. Biliyor musun?

-Biliyorum.

-Bomboş duruyor. Onun üzerine turistik tesis yapılmasıyla ilgili bir proje.

          Gömleğinin cebinden çıkardığı katlanmış kağıdı açarak Receb’e gösteren Projeci Bahattin:

-İşte proje. Şu bina, Vali binası. Vali bey bu binada kalacak. Şu bina, Kaymakam binası. Kaymakam bey bu binada kalacak. Şu bina, İl Genel Meclisi binası. İl Genel Meclisi üyeleri bu binada kalacaklar. Bu binada da Müdürlük çalışanları kalacak. Şunlar da otopark, çocuk parkı, spor tesisleri.

-Devletin proje çizecek mimarı vardır, Şehir Plancısı vardır. Sen niye uğraştın.

-Var da, proje çizecek kafa var mı?

          Güneş ışığı batıdan geliyordu ve arkalarındaki dağın gölgesi yaklaşıyordu. Gölge gelince soğuktan durulmazdı, burada. Zaten karanlık olan orman iyice kararırdı, burunlarının ucunu göremezlerdi. Bir an önce kalkıp gitmeleri gerekiyordu.

          Konuyu anlatmakta acele eden Projeci Bahattin:

-Projeyi çizmişim, ayağına gitmişim, projeyi eline vermişim. Gidip konuşamıyor. Malın teki değil de ne? Alıyor muhtar maaşını, oturuyor yerine. Muhtar maaşı ne kadar, biliyor musun?

-Bilmiyorum.

-Asgari ücret.

-İyiymiş.

-İyi olmaz mı? Kendi emekli maaşı da var. Önümüzdeki seçimde kesin kaybedecek.

-Kaybedeceğini nereden biliyorsun?

-Hiçbir iş yapmayan adam seçim kazanabilir mi? Malın biri gidecek, biri gelecek.

-Yapacak bir şey yok.

-Benim aklımda çok sağlam bir aday var.

-Kim?

-Sen.

-Benden olmaz.

-Neden olmasın? Köyde senden akıllı adam mı var?

-Çalışıyorum ben. Bir de muhtarlıkla uğraşamam.

-Uğraşmayacaksın ki. Sözümüzden çıkmayacak adamları aza yaparız. Ben de aza olurum. Muhtarlık işleriyle ben uğraşırım. Sen, muhtarlık maaşını cebine indirirsin, o kadar. Tabanca alacaksın, müdürlerle görüşeceksin, mühendislerle görüşeceksin, İl Genel Meclisi üyeleriyle görüşeceksin, Kaymakamla görüşeceksin, Valiyle görüşeceksin. Sendeki hava kimde olacak?

          Yelkenleri indirmeye başlayan Recep:

-Ben istesem bile Cemile istemez, kıyameti koparır.

-Cemileyi bana bırak. Alıştıra alıştıra söylerim, yedire yedire söylerim. Muhtar olmanı senden benden fazla istemezse, bana da Projeci Bahattin demesinler.

          Dağın gölgesi gelmiş, üzerlerine çökmüştü. Projeci Bahattin kalktı, mantar dolu küfeyi yüklendi, bir eline mantar dolu sepeti, diğer eline baltayı ve kazmayı aldı. Recep de mantar dolu sepeti eline aldı, küllenmiş ateşe son kez baktı. Külde bir canlılık, bir kıvılcım göremedi.