SEPETLE GİTSİN
Turgut’un düzenli bir geliri yoktu. Yaşadığı köyün ekonomik potansiyelini değerlendirerek para kazanıyordu. Bağ bahçede yetiştirdiklerini satıyordu, ahırdaki ineğin sütünü ve yoğurdunu satıyordu, kestane toplayıp yatıyordu, taflan yaprağı toplayıp satıyordu. Bu işlerden aylık kazancı, yarım asgari ücreti bulmuyordu.
Bağ bahçede yetiştirdiği sebze ve meyveleri, evinin önünde açtığı tezgahta satardı. On iki ay açık olan bu tezgahta mevsim sebzelerini ve meyvelerini satardı. Tezgahın müşterisi çok azdı. Yetiştirilen ürünleri yok bahasına satardı. Satılmayanlar, ahırdaki ineğe yem olurdu.
Deniz mevsimi başlayınca sahilde tezgah açardı. Domates, patlıcan, biber, kabak, erik ve kiraz kasalarını pedallı arabasına yükler, sahile götürür, orada satardı. Pazar fiyatları altında satış yapıldığını bilmelerine rağmen fiyatları fazla bulunurdu, fiyatlar düşürülmeye çalışılırdı. Milyonluk otomobilleriyle denize gelenler, bir kilo domatesin pazarlığını yapardı. Bu üreticinin de ev geçindirdiğini, çocuk okuttuğunu, hastaya baktığını, askere gittiğini, savaşa gittiğini akıllarının ucundan geçirmezlerdi. “Hep bana” derlerdi. Parayı bulmuşlar, evlerini arabalarını almışlar, bedava yiyecek peşine düşmüşlerdi. Yoksa bunlar, utanmaz mıydı, yüzsüz müydü?
Ekimde kestane işi başlardı. Hava aydınlanmadan evden çıkılır, kestane ormanına gidilirdi. Hava aydınlanınca orada olunurdu. Ağaçtan düşmüş kestaneler; çalılar, dikenler ve yapraklar arasında aranır, bulunur ve toplanırdı. Geceleyin şiddetli rüzgar eserse; ağaçlardan daha fazla kestane düşerdi, daha fazla kestane toplanırdı. Yağmur altında kestane toplamak, felaket olurdu. Toplanan kestaneler, öğleden sonra kamyonlarla gelen aracılara satılırdı.
Kasımda taflan işi başlardı. Taflan ağaçlarının yeni sürgün dalları satırla ya da altayla kesilir, dallardaki yapraklar toplanır, çuvallara doldurulur ve sırtlanarak götürülürdü. Toplanan yapraklar, öğleden sonra kamyonlarla gelen aracılara satılırdı.
***
Böyle gitmeyeceğini biliyordu, Turgut. Hayatı boyunca bu sefaleti yaşamak istemiyordu. Sayısız iş sınavlarına girmişti, mülakatlara girmişti, kuralara katılmıştı. Olmamıştı, işe girememişti. Nasıl girecekti? Mülakatı yapan komisyona işe alınacakların isimleri verilirdi. Komisyon üyeleri de ona göre sorular sorardı. Ananın adı ne? Başkentimiz neresidir? Hav hav diyen hayvanın adı nedir? Su ve yoğurdun karıştırılmasıyla elde edilen içeceğin adı nedir? Kış mevsiminde yağan beyaz renkli yağışın adı nedir? Bildiniz, kazandınız, tebrik ederiz, işiniz hayırlı olsun. And dağları nerededir? Baykal Gölünün derinliği kaç metredir? Hicaz demiryolu hangi tarihte açılmıştır? Panama kanalı hangi tarihte açılmıştır? Fillerin gebelik süresi kaç gündür? Atmosferin kalınlığı kaç kilometredir? Bilemediniz, kazanamadınız, inşallah bir dahaki sefere, hayırlı günler.
Mülakata itirazlar başlayınca ve mülakatın siyasi zararları görülmeye başlanınca Kura Yöntemine geçildi. Noter nezaretinde kuralar çekilecekti. Kurada çıkanlar işe girecekti, kurada çıkmayanlar işe giremeyecekti. Kura yöntemi torpili ortadan kaldırmayacaktı ama torpil söylentilerini ortadan kaldıracaktı. “Torpil yokmuş gibi torpil” yöntemiydi. Ne güzel bir yöntemdi, öyle değil mi?
Doğrusunu söylemek gerekirse, noterler, bu yöntemde üstün başarılar gösterdi. Kuralarda, iç içe geçmiş iki torba kullandılar. İşe alınacaklara dış torbadan çektirdiler. Tebrikler. Çok şanslısınız. Hayırlı olsun. İşe alınmayacaklara iç torbadan kura çektirdiler. Şansınız yokmuş. İnşallah başka sefere. Hayırlı günler.
Kuradan çıkmayanlar işsiz kalmalarının sorumluluğunu kendilerine yüklediler, şanslarına yüklediler, doğru kura çekemeyen ellerine yüklediler, işsizliği yaratanlara yüklemediler. Şanslarına sövdüler, kurayı çeken ellerine sövdüler, kendilerini kız doğurmayan analarına sövdüler. Kendilerini işsiz bırakanlara sövmediler.
***
Deniz mevsimi bitmişti. Sahildeki tezgahı kapatan Turgut, evin önündeki tezgaha bakıyordu. Sebze ve meyvesini Turgut’un tezgahından alan Adem, her pazar günü tezgaha gelir, güneşe karşı oturur, Turgut’la saatlerce konuşurdu.
-Bizim zamanımızda iş sorunu yoktu. Askere gitmeden işe girilebiliyorduk. Nüfus artarken istihdam yatırımları yapılmadı, işsizlik başladı. İstediğin kadar sınava gir, istediğin kadar mülakata gir, istediğin kadar kuraya gir. Torpilin yoksa işe giremezsin.
-Torpil yaptıracak adamım yok ki. Kiminle torpil yaptırayım?
-Yüksel TOPTAŞ’a ulaşacaksın. Buralarda onun sözü geçer. İstediği kişiyi işe koyar.
-Yüksel TOPTAŞ’ı tanımıyorum ki.
-Tanıman gerekmez. Bu işlerin simsarları var. Vereceksin parayı, Yüksel TOPTAŞ’la senin yerine onlar görüşecek.
-Torpil bulmak, iş bulmaktan zormuş.
-Anlaşıldı. Tanıdığın simsar da yok. Ankara köprüsünü biliyor musun? Hani şu kambur köprüyü.
-Biliyorum.
-O köprüyü geçince, solda, beyaz eşya mağazası var. Camsızoğlu Ticaret.
-Biliyorum.
Mağazanın sahibi Şeref CAMSIZOĞLU, Yüksel TOPTAŞ’ın has adamıdır. Git, konuş, durumunu anlat. İş aradığını söyle. Bir yere soksunlar, seni.
***
Ankara köprüsüne yaklaştıkça Turgut’un cesareti azalıyordu, adımları küçülüyordu. Köprüye varmak, köprüyü geçmek, o mağazayı görmek istemiyordu. Köprüyü geçip soldaki mağazayı görünce cesareti tamamen kırıldı, ayakları durdu. Cesaretinin niçin kırıldığını, ayaklarının niçin durduğunu bilmiyordu. “Ödeyemeyeceği bir para isteyecekler” düşüncesinden olabilirdi. Mağazaya girmek, mağaza sahibiyle görüşmek istemiyordu. Mağazanın önünden geçip gitmek istiyordu. Mağazanın önünden geçip giderse tutsaklıktan kurtulacak, özgürlüğe kavuşacakmı gibi geliyordu. Görüşme yaparsa belki iş bulabilirdi. Görüşme yapmazsa iş bulma olasılığı sıfırdı. Bunları da düşündü. Mağazaya girecekti, görüşecekti.
Cesaretini topladı, küçük adımlarla yürüdü, mağazaya girdi. Mağazanın öbür ucunda, cam odada bir kişinin olduğunu gördü. Buzdolapları, fırınlar, bulaşık makineleri, çamaşır makineleri, kurutma makineleri ve televizyonlar arasından geçerek cam odaya vardı.
-Şeref beyle görüşmek istiyorum.
-Buyurun, oturun. Görüşelim.
-Efendim. Ben, Göbü Köyündenim. İş arıyorum. Sayısız sınava girdim, sayısız mülakata girdim, sayısız kuraya girdim. Bir işe giremedim. Yüksel beyin istediği kişiler işe alınıyormuş. Yüksel beyle aranızın çok iyi olduğunu, sizinle görüşürsem iş bulabileceğimi söylediler. Onun için geldim.
-Yüksel beyle samimiyetim yok. O, iktidar partisinde. Ben, muhalefet partisindeyim. O, sağcı. Ben, solcuyum.
-O zaman bana yanlış bilgi vermişler.
-İsim karışıklığı olmuş. Yüksel beyle arası iyi olan amcam Şeref’tir.
-Amcanızla mı görüşmem gerekiyor?
-Amcam yatalak oldu, evde yatıyor.
-Şimdi ben ne yapacağım?
-Hemen üzülme. Seni bir avukata göndereceğim. Yüksel beyin has adamıdır. Yüksel bey onu kırmaz. Vergi dairesini biliyor musun?
-Biliyorum.
-Vergi dairesine varmadan Acar İşhanı var. Altında çerez falan satılıyor.
-Biliyorum.
-O binanın üçüncü katında Avukat Kahraman TANER var. Al şu kağıdı, avukatın adı yazıyor. Git, onunla konuş. Gidince yirmi bin lira verirsin.
Turgut’u sepetledikten sonra avukat Kahraman TANER’i aradı.
-Kardeşim. Nasılsın?
-Allaha şükür. Sen nasılsın?
-Ben de iyiyim. Sana birisini gönderiyorum. İş arıyormuş.
-Bana niye gönderiyorsun? Nereden iş bulayım, ben?
-Bırak, işi. Yirmi bin verecek. Al parayı. Yüksel beyle görüşürüm dersin, sepetlersin.
***
Yirmi bin lirayı bulmanın telaşına düştü, Turgut. Yalvardı, yakardı, karısından bir bilezik alamadı. “Sokağa atacak bileziğim yok” dedi, karısı. Babasına gitti, iki abisine gitti, iki ablasına gitti. Yalvardı, yakardı, bir lira alamadı. Anasına gitti. Ağladı, yalvardı, yakardı. Ana yüreği gene dayanamadı. Oğlunu odadan çıkardı, kapıyı kilitledi, sandığın dibinden bir Cumhuriyet altını çıkardı.
Avukata verilecek parayı bulan Turgut, avukata götüreceği sütün telaşına düştü. Avukata götüreceği sütün suyu az, yağı fazla olmalıydı. Kaynatılınca sütün üzerinde bir parmak kaymak olmalıydı. Zar gibi ince kaymak olursa, ayıp olurdu. Yağı alınmış sütü getirmiş derdi, haklı olarak alınırdı. İneği üç gün ahırdan çıkarmadı. Sabahları yal vermedi. Kuru otla, samanla besledi. Ölmeyecek kadar su verdi.
***
Elinde beş litre yağlı süt, cebinde Cumhuriyet altınıyla avukatın bürosuna girdi.
-Buyurun.
-Beni, Şeref CAMSIZOĞLU gönderdi.
-Dava mı açacaksınız?
-Hayır. İş arıyorum.
-Evet. Konuyu biliyorum. Şeref bey aramıştı, Yüksel beye konuyu açmamı istemişti.
Elindeki süt kabını duvarın dibine bırakan Turgut, müşteri koltuklarından birine oturdu.
Avukat;
-Adınızı alabilir miyim?
-Turgut.
-Ne tür iş arıyorsunuz?
-Odacılık işi olabilir, getir götür işi olabilir, kazma kürek işi olabilir, yükleme boşaltma işi olabilir.
-Yüksel beyle aram çok iyidir. Beni kırmaz. Hem burada, hem Ankara’da sık görüşürüz. Çok güçlü. İstediği adamı işe sokuyor. Çok da dürüsttür, Allahtan korkar, kabir azabından korkar. Onun bir “iş arayanlar defteri” vardır. İş arayanları o deftere yazar, sırası geleni işi koyar. Kimseyi, kimsenin önüne geçirmez. Biraz beklenir ama bir gün mutlaka işe girilir. Bir kişiyi işe koyunca defteri açar, işe koyduğu kişinin adını kırmızı kalemle yavaş yavaş çizer. O çizgiyi çizerken yüzündeki mutluluğu görmelisin. İnşallah senin adının da kırmızı çizgiyle çizildiğini göreceğiz.
-Yüksel beyle ne zaman görüşebilirsiniz?
-Her zaman görüşebilirim. Ama bugün Parti İstişare Kurulu var. Hazırlıklar, konuşmalar, görüşmeler. Yoğun bir gün olur. Yarın görüşürüm, adını, deftere yazdırırım.
Turgut’un masa üzerine bıraktığı Cumhuriyet altınını gören avukat;
-Kimliğin yanında mı?
-Yanımda.
-Hemen git, önlü arkalı fotokopi çektir. Aslında noter tasdikli gerekiyor ama işsiz adama boş yere masraf yaptırmayalım. Sana, ben kefil olurum.
Önlü arkalı kimlik fotokopisini getiren Turgut’a;
-İşi savsaklayacağımı sanma. Her ayın sonunda gel, kapıyı tekmeyle aç, yakama yapış, ne oldu benim iş diye sor. Şimdi Martın sonuna geldik, Nisan sonunda gel.
***
Nisan sonu yaklaşınca Turgut’u tereyağı telaşı aldı. Avukatın yanına eli boş gidemezdi, tereyağı götürecekti. Yarım kilo olmazdı, bir kilo olmazdı. Ayıp olurdu. En az iki kilo olmalıydı. Süt satmadı, yoğurt satmadı, iki kiloyu tamamladı.
Avukat, büroya giren Turgut’u tanımıştı ama adını unutmuştu.
-Hoş geldin, dostum. Gene, elin boş gelmemişsin. Bu sefer ne getirdin?
-Tereyağı getirdim.
-Bir şey getirmene gerek yoktu.
-Olsun. Bizim töremiz böyledir. Gideceğimiz yere eli boş gidemeyiz.
-Geçen sefer Martın kaçında gelmiştin.
-Yirmi dördünde.
Avukat, masa takviminin 24 Mart sayfasını açtı, adının Turgut olduğunu gördü.
-Turgut dostum. Günler ne çabuk geçiyor, öyle değil mi?
-Haklısınız, efendim. Çabuk geçiyor.
-Yüksel beyle görüştüm, adını deftere yazdırdım. Kadrolar açılmamış, biraz bekleyeceğiz.
***
Mayıs sonu yaklaşınca Turgut’u yoğurt telaşı aldı. Avukatın yanına eli boş gidemezdi, yoğurt götürecekti. Yoğurtun üzerinde bir parmak kaymak olmalıydı. Zar gibi ince kaymak olursa, ayıp olurdu. Yağı alınmış sütten yapmışlar derdi, haklı olarak alınırdı. İneği üç gün ahırdan çıkarmadı. Sabahları yal vermedi. Kuru otla, samanla besledi. Ölmeyecek kadar su verdi.
Karşısında Turgut’u gören avukat;
-Hoş geldin, Turgut. Gene, elin boş gelmemişsin. Bu sefer ne getirdin?
-Yoğurt getirdim.
-Bir şey getirmene gerek yoktu.
-Olsun. Bizim töremiz böyledir. Gideceğimiz yere eli boş gidemeyiz.
-Günler ne çabuk geçiyor, öyle değil mi?
-Haklısınız, efendim. Çabuk geçiyor.
-Geçenlerde Ankara’daydım. Yargıtay’da duruşmam vardı. Yüksel beyle Çankaya’da bir restoranda buluştuk. Gece yarısına kadar oturduk. Memleket meselelerini konuştuk, ekonomiyi konuştuk, yatırımları konuştuk. Zaten, Yüksel bey ekonomiden başka, yatırımlardan başka bir şey konuşmaz. Bu arada senin işi sordum. Kadrolar daha açılmamış. Başka ilde isterse, özel sektörde hemen işe sokayım dedi. İstanbul’da, İzmit’te, Bursa’da. Ne dersin?
-Eşimi de sokarsa olur.
-İkinizi birden sokamaz. Diğerlerine ayıp olur.
-Alacağım para kiraya gider. En iyisi biraz daha beklemek.
-Aldığın parayı kiraya verdikten sonra çalışmanın bir anlamı yok. Dediğin gibi en iyisi beklemek.
***
Haziran sonu yaklaşınca Turgut’u kiraz telaşı aldı. Avukatın yanına eli boş gidemezdi, Napolyon kirazı götürecekti. Hava aydınlanır aydınlanmaz bahçeye gitti, bodur ağaçlardan Napolyon kirazı topladı. Kuş yeniği olanları ve çürükleri yere attı. Yeni sürgün yaprakları topladı, kirazların arasına yerleştirdi.
Karşısında Turgut’u gören avukat;
-Hoş geldin, Turgut. Gene, elin boş gelmemişsin. Bu sefer ne getirdin?
-Kiraz getirdim.
-Bir şey getirmene gerek yoktu.
-Olsun. Bizim töremiz böyledir. Gideceğimiz yere eli boş gidemeyiz.
-Günler ne çabuk geçiyor, öyle değil mi?
-Haklısınız, efendim. Çabuk geçiyor.
-Yüksel bey buradaydı. Deniz kulübünde buluştuk. Gece yarısına kadar oturduk. Memleket meselelerini konuştuk, ekonomiyi konuştuk, yatırımları konuştuk. Zaten, Yüksel bey ekonomiden başka, yatırımlardan başka bir şey konuşmaz. Bu arada senin işi sordum. Önümüzdeki yıl erken seçim olacakmış, kadrolar açılacakmış.
***
Temmuz sonu yaklaşınca Turgut’u bal telaşı aldı. Avukatın yanına eli boş gidemezdi, kestane balı götürecekti. Parayı bastırdı, bir kavanoz kestane balı aldı.
Karşısında Turgut’u gören avukat;
-Hoş geldin, Turgut. Gene, elin boş gelmemişsin. Bu sefer ne getirdin?
-Bal getirdim.
-Bir şey getirmene gerek yoktu.
-Olsun. Bizim töremiz böyledir. Gideceğimiz yere eli boş gidemeyiz.
-Günler ne çabuk geçiyor, öyle değil mi?
-Haklısınız, efendim. Çabuk geçiyor.
-Ankara’da duruşmam vardı. Köksal beyle Gölbaşı’nda bir restoranda buluştuk. Gece yarısına kadar oturduk. Memleket meselelerini konuştuk, ekonomiyi konuştuk, yatırımları konuştuk. Zaten, Yüksel bey ekonomiden başka, yatırımlardan başka bir şey konuşmaz. Bu arada senin işi sordum. Kadrolar açılmış, işe alımlar başlamış. Liste erimeye başlamış. Hızla yukarılara tırmanıyormuşsun.
***
Ağustos sonu yaklaşınca Turgut’u incir telaşı aldı. Avukatın yanına eli boş gidemezdi, incir götürecekti. Hava aydınlanır aydınlanmaz bahçeye gitti, incir ağaçlarına çıktı. Olgunlaşmış, kuş yeniği olmayan incirleri topladı.
Karşısında Turgut’u gören avukat;
-Hoş geldin, Turgut. Gene, elin boş gelmemişsin. Bu sefer ne getirdin?
-İncir getirdim.
-Bir şey getirmene gerek yoktu.
-Olsun. Bizim töremiz böyledir. Gideceğimiz yere eli boş gidemeyiz.
-Günler ne çabuk geçiyor, öyle değil mi?
-Haklısınız, efendim. Çabuk geçiyor.
-Yüksel beyi aradım. Başbakanla arası açılmış. Daha doğrusu başbakanla kapışmış, sen kim oluyorsun falan demiş. Parti İstişare Kurulundan istifa etmiş. Artık yeter diyor, siyaseti bıraktım diyor. Senin anlayacağın, Yüksel TOPTAŞ dönemi bitti. The End.
***
Turgut’u sepetleyen avukat, beyaz eşya tüccarı Şeref CAMSIZOĞLU’nu arası.
-Senin adamdan kurtuldun. Her ayın sonunda tepeme dikiliyordu. Yüksel bey siyaseti bıraktı dedim, sepetledim.
-Baştan yapacaktın. Parayı alınca sepetleyecektin. Boş yere uğraştın durdun.
-Acıdım herife. Sepetleyemedim.
-Avukat Kahraman TANER’in düşman işgalinden kurtuluşunu kutlayalım mı?
-Kutlayalım. Nerede gidelim?
-Nayt Klap’a gideriz.
-Orası çok pahalıdır. Bizim bütçemizi sarsar. Parayı sünger gibi emiyorlar.
-Olsun. Bayan var, orada. Fiyatların yüksek olması normal.