SEPETLE GİTSİN
Turgut’un düzenli bir işi, düzenli bir geliri yoktu. Yaşadığı köyün ekonomik potansiyelini değerlendirerek para kazanırdı. Bağda bahçede yetiştirdiklerini satardı, ahırdaki ineğin sütünü ve yoğurdunu satardı, ormandan kestane ve mantar toplayıp satardı, taflan yaprağı toplayıp satardı. Bu işlerden aylık kazancı, yarım asgari ücreti bulmadı.
Bağ bahçede yetiştirdiği sebze ve meyveleri kasalara doldurur, evin önünde açtığı tezgahta satardı. On iki ay açık olurdu tezgahı. Bir yere gideceği zaman sebze ve meyve kasalarını içeriye alırdı. Yoldan geçen hayvanlardan çekinirdi. Hayvandı bu, hiç anlamazdı, gelip yerdi. Tezgahın müşterisi çok azdı. Yetiştirilen ürünleri yok bahasına satardı. Satılmayanlar, ahırdaki ineğe yem olurdu.
Deniz mevsimi başlayınca sahilde tezgah açardı. Domates, patlıcan, biber, kabak, erik ve kiraz kasalarını pedallı arabasına yükler, sahile götürür, orada satardı. Pazar fiyatlarının altında satış yapmasına rağmen fiyatlar fazla bulunurdu, düşürülmeye çalışılırdı. Milyonluk otomobilleriyle denize gelenler, bir kilo domatesin pazarlığını yapardı. Bu üreticinin de ev geçindirdiğini, çocuk okuttuğunu, hastaya baktığını, askere gittiğini, savaşa gittiğini akıllarının ucundan geçirmezlerdi. “Hep bana” derlerdi. Parayı bulmuşlar, evlerini arabalarını almışlar, ucuz yiyecek peşine düşmüşlerdi. Yoksa bunlar utanmaz mıydı, yüzsüz müydü? Turgut da onların istediği fiyatı kabul etmek zorunda kalırdı.
Ekimde kestane işi başlardı. Hava aydınlanmadan evden çıkılır, kestane ormanına gidilirdi. Hava aydınlanınca kestane ağaçlarının altında olunurdu. Geç kalanlar, havasını alırdı. Ağaçtan düşmüş kestaneler; çalılar, dikenler ve yapraklar arasında aranır, bulunur ve toplanırdı. Geceleyin şiddetli rüzgar eserse; ağaçlardan daha fazla kestane düşerdi, daha fazla kestane toplanırdı. Yağmur yağarsa; yağmur ve soğuk altında kestane toplamak fena olurdu. Toplanan kestaneler, öğleden sonra kamyonlarla gelen aracılara satılırdı.
Ekimde, taflan toplama işi de başlardı. Taflan ağaçlarının yeni sürgün dalları satırla ya da altayla kesilir, dallardaki yapraklar toplanır, çuvallara doldurulur ve sırtlanarak götürülürdü. Toplanan yapraklar, öğleden sonra kamyonlarla gelen aracılara satılırdı. Taflan yaprağı toplama işine sınır getirilmişti. Dalları budakları talan edilen taflan ağaçları kendine gelsin diye yaprak toplanmasına bir yıl izin verilirdi, bir yıl izin verilmezdi.
***
Böyle gitmeyeceğini biliyordu, Turgut. Hayatı boyunca bu sefaleti yaşamak istemiyordu. İşe girme umudu da kalmamıştı. Sayısız iş sınavlarına girmişti, mülakatlara girmişti, kuralara katılmıştı. Olmamıştı, bir işe girememişti. Nasıl girecekti? Mülakatı yapan komisyona, işe alınacakların isimleri verilirdi. Komisyon üyeleri de ona göre sorular sorardı. Ananın adı ne? Başkentimiz neresidir? Hav hav diyen hayvanın adı nedir? Su ve yoğurdun karıştırılmasıyla elde edilen milli içeceğin adı nedir? Kış mevsiminde yağan beyaz renkli yağışın adı nedir? Bildiniz, kazandınız, tebrik ederiz, işiniz hayırlı olsun. And dağları nerededir? Baykal Gölünün derinliği kaç metredir? Hicaz demiryolu hangi tarihte açılmıştır? Panama kanalı hangi tarihte açılmıştır? Fillerin gebelik süresi kaç gündür? Atmosferin kalınlığı kaç kilometredir? Karadeniz’de biriken hidrojen sülfür tabakasının kalınlığı kaç metredir? Bilemediniz, kazanamadınız, inşallah bir dahaki sefere, hayırlı günler.
Mülakata toplumsal itirazlar gelmeye başlayınca ve mülakatın siyasi zararları görülünce; mülakat yöntemi bırakıldı, kura yöntemine geçildi. Noter nezaretinde kuralar çekilecekti. Kurada çıkanlar işe girecekti, kurada çıkmayanlar işe giremeyecekti. Kimsenin hakkı yenmeyecekti. Ne kadar adil bir yöntemdi. Mülakat yönteminde de kimsenin hakkı yenmiyordu ama dedikodular çıkmıştı işte.
Kura yöntemi torpili ortadan kaldırmayacaktı ama torpil söylentilerini ortadan kaldıracaktı. Kura “torpil yokmuş havası yaratan torpil” yöntemiydi. Ne güzel bir yöntemdi, öyle değil mi?
Doğrusunu söylemek gerekirse, noterler, bu yöntemde üstün başarılar gösterdi. Kuralarda, iç içe geçmiş iki torba kullandılar. İşe alınacaklara dış torbadan çektirdiler. ‘Tebrikler, çok şanslısınız, hayırlı olsun’ dediler. İşe alınmayacaklara iç torbadan kura çektirdiler. ‘Şansınız yokmuş inşallah başka sefere olur, hayırlı günler’ dediler.
Kuradan çıkmayanlar işsiz kalmalarının sorumluluğunu kendilerine yüklediler, şanslarına yüklediler, doğru kura çekemeyen ellerine yüklediler, işsizliği yaratanlara yüklemediler. Şanslarına sövdüler, kurayı çeken ellerine sövdüler, kendilerini kız doğurmayan analarına sövdüler. Yatırım yapmayanlara, üretimi azaltanlara, işsizliği artıranlara, kendilerini işsiz bırakanlara sövmediler.
***
Deniz mevsimi bitmişti. Sahildeki tezgahı kapatan Turgut, evin önündeki tezgaha dönmüştü. Sebze ve meyvesini Turgut’un tezgahından alan Adem, her pazar günü tezgaha gelir, güneşe karşı oturur, Turgut’la saatlerce konuşurdu.
-Bizim zamanımızda iş sorunu yoktu. Askere gitmeden işe girilebiliyorduk. Nüfus artarken istihdam yatırımları yapılmadı, işsizlik başladı. İşsizliğin arttığı bir ortamda iktidar partisinin oyu artar mı? Bizde artıyor. Hamaset siyasetiyle seçimler kazanıldı. Bizim vatandaşımızda ekmeksiz kalmayı göze aldılar, duygularını okşayanlara oy verdiler. Şimdi iş arıyorlar. İstedikleri kadar sınava girsinler, istedikleri kadar mülakata girsinler, istedikleri kadar kuraya katılsınlar. Torpilleri yoksa işe giremeyecekler.
-Torpil yaptıracak adamım yok ki. Kiminle torpil yaptırayım?
-Yüksel TOPTAŞ’a ulaşacaksın. Buralarda onun sözü geçer. İstediği kişiyi işe sokar.
-Yüksel TOPTAŞ’ı tanımıyorum ki.
-Tanıman gerekmez. Bu işlerin simsarları var. Vereceksin parayı, Yüksel TOPTAŞ’la senin yerine onlar görüşecek.
-Torpil bulmak, iş bulmaktan zormuş.
-Anlaşıldı. Tanıdığın simsar da yok. Ankara köprüsünü biliyor musun? Hani şu kambur köprüyü.
-Biliyorum.
-O köprüyü geçince, solda, beyaz eşya mağazası var. Camsızoğlu Ticaret.
-Biliyorum.
Mağazanın sahibi Şeref CAMSIZOĞLU, Yüksel TOPTAŞ’ın has adamıdır. Git, konuş, durumunu anlat. İş aradığını söyle. Bir yere soksunlar, seni.
***
Ankara köprüsüne yaklaştıkça Turgut’un cesareti azalıyordu, ayakları gitmiyordu. Köprüye varmak, köprüyü geçmek, o mağazayı görmek istemiyordu. Köprüyü geçip soldaki mağazayı görünce cesareti tamamen kırıldı, ayakları durdu. Cesaretinin niçin kırıldığını, ayaklarının niçin gitmediğini bilmiyordu. “Ödeyemeyeceği bir para isteyecekler” düşüncesinden olabilirdi. Mağazaya girmek, mağaza sahibiyle görüşmek istemiyordu. Mağazanın önünden geçip gitmek istiyordu. Mağazanın önünden geçip giderse; tutsaklıktan kurtulacakmış, özgürlüğüne kavuşacakmış gibi geliyordu. Görüşme yaparsa belki iş bulabilirdi. Görüşme yapmazsa iş bulma olasılığı sıfırdı. Kısa süre içinde bunları da düşündü. Mağazaya girecekti, görüşecekti. Ödeyemeyeceği kadar yüksek para istenirse; mağazadan çıkardı, bir daha gelmezdi. Ucunda ölüm yoktu ya.
Cesaretini topladı, küçük adımlarla yürüdü, mağazaya girdi. Mağazanın öbür ucunda, camekan odada bir kişinin olduğunu gördü. Buzdolapları, fırınlar, bulaşık makineleri, çamaşır makineleri, kurutma makineleri ve televizyonlar arasından geçerek cam odaya vardı.
Camekanda oturan kişiye:
-Şeref beyle görüşmek istiyorum.
-Buyurun, oturun. Görüşelim.
-Efendim. Ben, Göbü Köyündenim. İş arıyorum. Sayısız sınava girdim, sayısız mülakata girdim, sayısız kuraya girdim. Bir işe giremedim. Yüksel beyin istediği kişiler işe alınıyormuş. Yüksel beyle aranızın çok iyi olduğunu, sizinle görüşürsem iş bulabileceğimi söylediler. Onun için geldim.
-Yüksel beyle samimiyetim yok. O, iktidar partisinde. Ben, muhalefet partisindeyim. O, sağcı. Ben, solcuyum.
-O zaman bana yanlış bilgi vermişler.
-Yanlış bilgi vermemişler. Bu dükkanda amcam Şeref de dururdu. Yüksel beyle arası iyi olan amcam Şeref’tir.
-Amcanızla mı görüşmem gerekiyor?
-Amcam yatalak oldu, evde yatıyor.
-Şimdi ben ne yapacağım?
-Hemen üzülme. Seni bir avukata göndereceğim. Yüksel beyin has adamıdır. Yüksel bey onu kırmaz. Vergi dairesini biliyor musun?
-Biliyorum.
-Vergi dairesine varmadan Acar İşhanı var. Altında çerez falan satılıyor.
-Biliyorum.
-O binanın üçüncü katında Avukat Kahraman TANER var. Al şu kağıdı, avukatın adı yazıyor. Git, onunla konuş. Gidince masasının üzerine bir Cumhuriyet altını bırakırsın. Daha ucuza olmaz.
Turgut’u sepetledikten sonra avukat Kahraman TANER’i arayan Salim:
-Kardeşim. Nasılsın?
-Allaha şükür. Sen nasılsın?
-Ben de iyiyim. Sana birisini gönderiyorum. İş arıyormuş.
-Bana niye gönderiyorsun? Nereden iş bulayım, ben?
-İşi bırak şimdi. Masana bir Cumhuriyet altını bırakacak. Yüksel beyle görüşürüm dersin, sepetlersin.
***
Avukata verilecek Cumhuriyet altınının parasını bulma telaşına düştü, Turgut. Yalvardı, yakardı, karısından bir bilezik alamadı. “Sokağa atacak bileziğim yok” dedi, karısı. Babasına gitti, iki abisine gitti, iki ablasına gitti. Yalvardı, yakardı, bir lira alamadı. Anasına gitti. Ağladı, yalvardı, yakardı, bir bilezik istedi. ‘İşe girince iki bilezik olarak öderim’ dedi. ‘Bu parayı bulamazsam, işe giremem’ dedi. Ana yüreği gene dayanamadı. Oğlunu odadan çıkardı, kapıyı kilitledi, sandığın dibinde bileziklerin durduğunu gördü.
Kapıyı açtı, Turgut’u çağırdı:
-Birlikte gideriz, bir bilezik bozdururuz.
Avukata verilecek altının parasını bulan Turgut, avukata götüreceği sütün telaşına düştü. Avukata götüreceği sütün suyu az, yağı fazla olmalıydı. Kaynatılınca sütün üzerinde bir parmak kaymak olmalıydı. Soğan zarı gibi kaymak olursa, çok ayıp olurdu. Avukat da bunu, kendisine hakakaret sayardı. ‘Su katılmış sütü getirmiş’ derdi, haklı olarak alınırdı. İneği üç gün ahırdan çıkarmadı. Sabahları yal vermedi. Kuru otla, samanla besledi. Ölmeyecek kadar su verdi. Suyu az, yağı bol süt sağmalıydı.
***
Elinde beş litre yağlı süt, cebinde Cumhuriyet altınıyla avukatın bürosuna girdi.
-Buyurun.
-Beni, Salim CAMSIZOĞLU gönderdi.
-Dava mı açacaksınız?
-Hayır. İş arıyorum.
-Evet. Konuyu biliyorum. Salim bey aramıştı, Yüksel beye konuyu açmamı istemişti.
Elindeki süt kabını duvarın dibine bırakan Turgut, müşteri koltuklarından birine oturdu.
Avukat;
-Adınızı alabilir miyim?
-Turgut.
Turgut’un adını masa takvimine yazan avukat:
-Ne tür bir iş arıyorsunuz, Turgut bey?
-Odacılık işi olabilir, getir götür işi olabilir, kazma kürek işi olabilir, yükleme boşaltma işi olabilir.
-Yüksel beyle aram çok iyidir. Beni kırmaz. Hem burada, hem Ankara’da sık görüşürüz. Kendisinin siyasi gücü çok fazladır. İstediği adamı işe sokar. Çok da dürüsttür, Allahtan korkar, kabir azabından korkar. Onun, “iş arayanlar defteri” vardır. İş arayanları o deftere yazar, sırası geleni işe sokar. Kimseyi, kimsenin önüne geçirmez. Biraz beklenir ama bir gün mutlaka işe girilir. Bir kişiyi işe koyunca defteri açar, işe koyduğu kişinin adını kırmızı kalemle yavaş yavaş çizer. O çizgiyi çizerken yüzündeki mutluluğu göreceksin. İnşallah, senin adının da kırmızı kalemle çizildiğini göreceğiz.
-Yüksel beyle ne zaman görüşebilirsiniz?
-Her zaman görüşebilirim ama önümüzdeki hafta Parti İstişare Kurulu var. Biliyorsun, Yüksel bey Parti İstişare Kurulunda. Bu günlerde hazırlıklar, görüşmeler, konuşmalar oluyor. Yoğun bir çalışma içindeler. Arasam bile senin işinle ilgilenemez. Parti İştişare Kurulu bitince ararım, hatta Ankara’ya kadar giderim. İşsiz olduğunu anlatırım, zorda olduğunu anlatırım.
-Çok zordayım, efendim.
-Adını, deftere yazdırırım. Sıran gelince işbaşı yaparsın.
Avukatın iyi niyetli olduğunu gören Turgut, oturduğu koltuktan kalktı, ceketinin iç cebinden çıkardığı Cumhuriyet altınını masanın üzerine bıraktı.
Turgut’un masa üzerine bıraktığı Cumhuriyet altınını gören avukat;
-İstersen, senin iş konusuna hızlı bir giriş yapalım.
-Yapalım, efendim.
-Kimliğin yanında mı?
-Yanımda.
-Hemen git, önlü arkalı fotokopi çektir. Aslında noter tasdikli gerekiyor ama işsiz adama boş yere masraf yaptırmayalım. Sana, ben kefil olurum.
Cumhuriyet altınını çekmeceye atmış olan avukat, önlü arkalı kimlik fotokopisini getiren Turgut’a;
-İşi savsaklayacağımı sanma. Her ayın sonunda gel, kapıyı tekmeyle aç, yakama yapış, ne oldu benim iş diye sor. Şimdi Martın sonuna geldik, Nisan sonunda gel.
Duvarın dibindeki sütü gösteren Turgut:
-Sütü burada unutmayın. Bozulur.
***
Nisan sonu yaklaşınca Turgut’u tereyağı telaşı aldı. Avukatın yanına eli boş gidemezdi, tereyağı götürecekti. Yarım kilo olmazdı, bir kilo olmazdı. Ayıp olurdu. En az iki kilo olmalıydı. Süt satmadı, yoğurt satmadı, iki kiloyu tamamladı.
Avukat, büroya giren Turgut’u tanımıştı ama adını unutmuştu.
-Hoş geldin, dostum. Gene, elin boş gelmemişsin. Bu sefer ne getirdin?
-Tereyağı getirdim.
-Niye masraf ettiniz?
-Masraf etmedik. Kendi ineğimizin sütünden yaptık.
-Bir şey getirmene gerek yoktu.
-Olsun. Bizim töremiz böyledir. Gideceğimiz yere eli boş gidemeyiz.
-Geçen sefer Martın kaçında gelmiştin.
-Yirmi dördünde.
Avukat, masa takviminin 24 Mart sayfasını açtı, adının Turgut olduğunu gördü.
-Turgut, dostum. Günler ne çabuk geçiyor, öyle değil mi?
-Haklısınız, efendim. Çabuk geçiyor.
-Benim iş ne oldu diye merak ediyorsun. Değil mi?
-Merak ediyorum, efendim.
-Yüksel beyle görüştüm, adını deftere yazdırdım. Kadrolar açılmamış, biraz bekleyeceğiz.
***
Mayıs sonu yaklaşınca Turgut’u yoğurt telaşı aldı. Avukatın yanına eli boş gidemezdi, yoğurt götürecekti. Yoğurtun üzerinde bir parmak kaymak olmalıydı. Soğan zarı gibi kaymak olursa, ayıp olurdu. Su katılmış sütten yapmışlar, yoğurdu derdi, haklı olarak alınırdı. İneği üç gün ahırdan çıkarmadı. Sabahları yal vermedi. Kuru otla, samanla besledi. Ölmeyecek kadar su verdi. Üzerinde bir parmak kaymak olan yoğurt yaptı.
Karşısında Turgut’u gören avukat;
-Hoş geldin, Turgut. Gene, elin boş gelmemişsin. Bu sefer ne getirdin?
-Efendim, bu sefer günlük yoğurt getirdim.
-Bir şey getirmene gerek yoktu. Marketlerde satılıyor.
-Markette satılan yoğurtla, bu yoğurt bir olur mu?
-Market yoğurduna alışkınız.
-Olsun. Bizim töremiz böyledir. Gideceğimiz yere eli boş gidemeyiz.
-Günler ne çabuk geçiyor, değil mi?
-Haklısınız, efendim. Çabuk geçiyor.
-Geçenlerde Ankara’daydım. Yargıtay’da duruşmam vardı, ona gittim. Gitmişken, Yüksel beye de bir uğrayayım dedim. Kendileri çok yoğunlar. Gündüz görüşemedik. Çankaya’da bir restoranda gece buluşabildik. Gece yarısına kadar oturduk. Memleket meselelerini konuştuk, ekonomiyi konuştuk, yatırımları konuştuk, üretimi konuştuk. Zaten, Yüksel bey ekonomiden başka, yatırımlardan başka, üretimden başka bir şey konuşmaz. Bir fırsatını bulunca senin işi sordum. Yanından ayırmadığı çantasından meşhur defterini çıkardı, bana gösterdi. Senin önündekilerin isimlerini kırmızı kalemle çizmiş. Kırmızı çizgi, sana yaklaşmış.
-Benim önümde kaç kişi kalmış?
-Saymadım ama yirmi kişi diyelim.
-Bir şey kalmamış.
-Kadrolar daha açılmamış. Sıkı para politikasından dolayı Maliye Bakanlığı izin vermiyormuş. Başka ilde isterse, özel sektörde isterse, hemen işe sokayım dedi. İstanbul’da, İzmit’te, Bursa’da. Ne dersin?
-Eşimi de sokarsa, olur.
-İkinizi birden sokamaz. İş bekleyen diğerlerine haksızlık yapmış olur.
-Alacağım para kiraya gider. En iyisi biraz daha beklemek.
-Aldığın parayı kiraya verdikten sonra çalışmanın bir anlamı yok. Dediğin gibi, en iyisi beklemek.
***
Haziran sonu yaklaşınca Turgut’u kiraz telaşı aldı. Avukatın yanına eli boş gidemezdi, Napolyon kirazı götürecekti. Hava aydınlanır aydınlanmaz bahçeye gitti, bodur ağaçlardan Napolyon kirazı topladı. Kuş yeniği olanları ve çürükleri yere attı. Yeni sürgün yaprakları topladı, kirazların arasına yerleştirdi.
Karşısında Turgut’u gören avukat;
-Hoş geldin, Turgut. Gene, elin boş gelmemişsin. Bu sefer ne getirdin?
-Kendi bahçemizden kiraz getirdim. Napolyon kirazı. Bu sabah dalından topladım.
-Bir şey getirmene gerek yoktu.
-Olsun. Bizim töremiz böyledir. Gideceğimiz yere eli boş gidemeyiz.
-Günler ne çabuk geçiyor, öyle değil mi?
-Haklısınız, efendim. Çabuk geçiyor.
-Yüksel bey buradaydı. Deniz kulübünde buluştuk. Gece yarısına kadar oturduk. Memleket meselelerini konuştuk, ekonomiyi konuştuk, yatırımları konuştuk. Zaten, Yüksel bey ekonomiden başka, yatırımlardan başka bir şey konuşmaz. Bu arada senin işi sordum. Önümüzdeki yıl erken seçim olacakmış, yakında kadrolar açılacakmış.
***
Temmuz sonu yaklaşınca Turgut’u bal telaşı aldı. Avukatın yanına eli boş gidemezdi, kestane balı götürecekti. Parayı bastırdı, en güvendiği kişiden bir kavanoz şekersiz kestane balı aldı.
Karşısında Turgut’u gören avukat;
-Hoş geldin, Turgut. Gene, elin boş gelmemişsin. Bu sefer ne getirdin?
-Bal getirdim. Kestane balı. Bir tatlı kaşığından fazla yemeyin. Yerseniz, kendinizi hastanede bulursunuz.
-Bir şey getirmene gerek yoktu.
-Olsun. Bizim töremiz böyledir. Gideceğimiz yere eli boş gidemeyiz.
-Günler ne çabuk geçiyor, öyle değil mi?
-Haklısınız, efendim. Çabuk geçiyor.
-Ankara’da duruşmam vardı. Köksal beyle Gölbaşı’nda bir restoranda buluştuk. Gece yarısına kadar oturduk. Memleket meselelerini konuştuk, ekonomiyi konuştuk, yatırımları konuştuk. Zaten, Yüksel bey ekonomiden başka, yatırımlardan başka bir şey konuşmaz. Bu arada senin işi sordum. Kadrolar açılmış, işe alımlar başlamış. Liste, erimeye başlamış. Her an işbaşı yapabilirmişsin.
***
Ağustos sonu yaklaşınca Turgut’u incir telaşı aldı. Avukatın yanına eli boş gidemezdi, incir götürecekti. Hava aydınlanır aydınlanmaz bahçeye gitti, incir ağaçlarına çıktı. Olgunlaşmış, kuş yeniği olmayan, bal damlayan incirleri topladı.
Karşısında Turgut’u gören avukat;
-Hoş geldin, Turgut. Gene, elin boş gelmemişsin. Bu sefer ne getirdin?
-İncir getirdim. Kendi bahçemizden.
-Bir şey getirmene gerek yoktu.
-Olsun. Bizim töremiz böyledir. Gideceğimiz yere eli boş gidemeyiz.
-Günler ne çabuk geçiyor, öyle değil mi?
-Haklısınız, efendim. Çabuk geçiyor.
-Haberler iyi değil, Turgut dostum.
-Ne oldu, efendim.
-Yüksel beyi aradım. Başbakanla görüş ayrılığına düşmüş. Daha doğrusu başbakanla kapışmış. Sen kim oluyorsun falan demiş, başbakana. Kapıyı vurup çıkmış. Parti İstişare Kurulundan da istifa etmiş. Başbakana ‘dünkü çocuk’ diyor, artık yeter diyor, siyaseti bıraktım diyor. Senin anlayacağın, Yüksel TOPTAŞ dönemi bitti. Onunla birlikte bizim dönemimiz de bitti.
***
Turgut’u sepetleyen avukat, beyaz eşya tüccarı Şeref CAMSIZOĞLU’nu aradı.
-Senin adamdan kurtuldun. Her ayın sonunda tepeme dikiliyordu. Yüksel bey siyaseti bıraktı dedim, sepetledim.
-Baştan yapacaktın. Altını alınca sepetleyecektin. Boş yere uğraştın durdun.
-Acıdım herife. Sepetleyemedim.
-Avukat Kahraman TANER’in düşman işgalinden kurtuluşunu kutlayalım mı?
-Kutlayalım. Nereye gidelim?
-Nayt Klap’a gideriz.
-Orası çok kazıktır. Parayı sünger gibi emiyorlar. Durup dururken kazık yemeye gerek var mı?
-Olsun. Bayan var, orada. Fiyatların kazık olması normal.