SEVGİLİ SOSYAL DEMOKRATLAR
İlkokul beşe geçen Murat, artık büyüdüğüne karar verdi. O yaz tatilinde kendine uygun işler yapacaktı. Balık tutacaktı, top oynayacaktı, ağaçlara çıkacaktı, kimseler görmeden sigara içecekti, bir çakı edinecekti, bakkaldan alacağı aynayı ve tarağı pantolonun arka cebinde taşıyacaktı, kendinden büyüklerle ‘kız tavlama’ konularına girecekti. Annesinin yaptığı ‘ahırdaki ineği otlağa salma’ işi de vardı ama o işi sevmiyordu, yapmayacaktı. Bir de bisiklet konusu vardı. Üç tekerlekli bisiklet için büyük sayılırdı. İki tekerlekli bisiklete de binemezdi. Bundan dolayı bisiklet konusunu ileriki yıllara erteledi. Hem büyürdü, hem de her gencin yaptığı gibi kürekle kamyonlara kum doldurarak para kazanırdı. Kazandığı parayı biriktirirdi, iki tekerlekli bisikleti alırdı. Önceliği mavi bisikletti. Mavi yoksa kırmızı olabilirdi.
Öncelikle kendisine bir olta takımı hazırlamalıydı. Elinde testereyle kestane ormanına gitti. Kestane fidanları arasında dolaştı. Fidanların hepsi kalem gibiydi, hangisini seçeceğini bilemiyordu. İnce uzun üç fidan kesti, eve götürdü. Fidanların dallarını kesti, kabuklarını soydu, budaklarını törpüledi, ahşap zımparası ile zımparaladı. Pürüzsüz bir olta sırığı yaptı. Bakkaldan aldığı misina ve iğne ile olta takımını hazırladı. Diğer iki fidanın da dallarını kesti, kabuklarını soydu, budaklarını törpüledi ve zımparaladı. Onlar, yedek olacaktı. İsteyen olursa, satacaktı.
Köyün içinden geçen derenin üzerine yaya köprüsü yapılmıştı. Yaya köprüsü; iki kenarı balta ile düzleştirilmiş kestane kütüğünün derenin iki kenarına yapılmış beton ayaklar üzerine yerleştirilmesiyle yapılmıştı. Köprünün genişliği, otuz santimetre kadardı. Köprünün bir tarafına, derenin aktığı tarafa ağaç dallarından korkuluk yapılmıştı. Bu korkuluklara tutunarak köprüden geçilirdi. Şiddetli yağmurlarda sel gelirdi ve köprüyü alıp götürürdü. Köprünün gittiği anlaşılınca aramaya çıkılırdı. Bir yere takılıp kalmış köprüyü bir çift öküzle çekerlerdi, yerine yerleştirirlerdi. Her selden sonra aynı işi yaparlardı. Ağaç kütüğünü beton ayaklara sabitlemek, akıllara gelmezdi.
Öğleye doğru uyandığında evde kimsecikler olmazdı. Masanın üzerinde bekleyen kahvaltıyı yer, olta sırığını kapar, dereye giderdi. Yaya köprüsüne oturur, olta iğnesinin ucuna yem takar, iğneyi suya daldırırdı. Köprüden geçen olursa, gövdesini öne doğru eğerek yol verirdi. Yaya köprüsünde saatlerce otururdu, saatlerce beklerdi ama bir balık bile tutamazdı.
Neden balık tutamadığını soruşturdu. Yaşıtlarına sordu, büyüklerine sordu. İğnenin ucuna sinek takmasını söyleyenler oldu, çekirge takmasını söyleyenler oldu, solucan takmasını söyleyenler oldu, et takmasını söyleyenler oldu. Söylenenlerin hepsini denedi ama değişen bir şey olmadı, balık tutamadı.
Yedek sırıklardan birinin olmadığını gören Murat, çılgına döndü. Evde kimse yoktu. Sırığı kimin çaldığını öğrenemiyordu. Dışarıdan birisi gelip alacak değildi sırığı. Evdekilerden birisi almıştı. Kendinden iki yaş küçük kardeşi almıştı, sırığı. Bakkaldan aldığı misinayı ve iğneyi cebinde saklıyordu. Abisinin sırıklarından birini aşırdı mı, işi tamamdı. Abisi balıktayken aşırma işini yaptı. Koşarak, annesinin çalıştığı tarlaya gitti, olta takımını hazırladı. Tarlanın kenarından geçen dereye oltanın iğnesini daldırdı. Tuttuğu balıkları, çınar ağacından kopardığı ince bir dala dizdi. Akşama doğru dönüşe geçtiler. Annesinin sırtında küfe ve elinde sepet vardı. Küfe ve sepet, fasulye ile doluydu. Fasulyeler kabuklarından ayrılacaktı ve güneşte kurumaya bırakılacaktı. Küçük kardeş oltayı tarlada saklamış, balıkları dizdiği söğüt dalını eline almış, gururla yürüyordu.
Kardeşinin elinde söğüt dalına dizilmiş balıkları gören Murat, sırığı, kardeşinin aldığını anladı. Koşarak kardeşine saldırdı, vurmaya başladı. Ayırıncaya kadar küçük kardeş birkaç yumruk yemişti, balıklar yerdeydi.
Murat, bir türlü sakinleşmiyordu. Fırsat buldukça, boşluk buldukça kardeşine saldırıyordu. Araya girenler, saldırıları boşa çıkarıyordu. Murat’ı saldırganlığa iten olay, sırığının çalınmasından çok ‘kendisinin tutamadığı balıkları, kardeşinin tutması’ olabilirdi.
Kardeşleri birbirinden uzaklaştırmaya karar verdiler. Ayrı odalarda yatıracaklardı. Büyük babası, Murat’ı, çalıştığı işyerine götürecekti. Sakinleşinceye kadar, saldırganlığı bitinceye kadar götürüp getirecekti.
Saat beş buçukta yola çıktılar, yirmi dakika sürecek yolu yürümeye başladılar. Hava aydınlanmıştı. Yirmi dakika sonra tren istasyonunda olacaklardı. Birkaç dakika bekledikten sonra gelecek trene bineceklerdi. Yol kenarlarındaki ağaçlar ve çalılar, kuşla doluydu. Cıvıl cıvıl öten ve daldan dala atlayan kuşlar, karınlarını doyurma telaşındaydılar. İnsandan kaçmıyorlardı. Gün içinde insan görür görmez kaçan kuşlar, şimdi, insandan neden kaçmıyordu. Açlık içgüdüsü, güvenlik içgüdüsünü bastırıyordu da ondan kaçmıyorlardı. Karınları doyunca güvenlik içgüdüleri baskın olacaktı ve insanlardan kaçacaklardı.
Kuşların ‘içgüdü’ konusunu bilmiyordu, Murat. Bu sabah, kuşların acıktıklarında ortaya çıktıklarını, karınları doyunca ortalıkta görünmediklerini öğrenmişti. Benzer durum balıklarda da olabilir diye düşündü. Belki sabahın erken saatlerinde karınlarını doyurduktan sonra kovuklarına, yuvalarına, taşların altına çekiliyorlardı. Belki o yüzden olta iğnesinin ucundaki yeme ilgi göstermiyorlardı. Bunu anlamanın yolu, denemekti. Yarın, hava aydınlanır aydınlanmaz dereye koşacaktı, yaya köprüsüne oturacaktı, oltasını suya daldıracaktı, neler olacağını görecekti.
Yarın sabah büyük babasının işyerine gitmeyecekti. Hava aydınlanır aydınlanmaz dereye koşacaktı ama o saatte nasıl uyanacaktı? Kendisini uyandırmasını büyük babasına söyledi. ‘Sabah ezanı sesiyle uyanmak’ düşüncesiyle, yatmadan önce odanın penceresini açtı. Pencere kapalıyken de ezan sesi duyuluyordu ama o ses uykudan uyandırmaya yetmiyordu. Kendiliğinden uyandığında hava karanlıktı ve dışarıdan konuşma seslerini geliyordu. Bu sesler, sabah namazına gidenlerin sesleri olabilirdi. Az sonra sabah ezanı okunmaya başladı.
Sabah ezanı okunduğuna göre az sonra hava aydınlanacaktı. Kalkacaktı. Kalkmazsa, biraz daha yatayım derse; ağır bir uykuya dalardı ve öğleye kadar uyurdu. Kalkerken, gürültü çıkarıp kardeşini uyandırmak istemiyordu. O nedenle yavaşça yatağından kalktı, karanlık odada bir yerlere çarpmadan sessizce yürüdü, yavaşça açtığı kapıyı odadan çıkınca yavaşça kapattı. Evin içinden çekirge sesleri geliyordu. Çekirgeleri buldu, yakaladı, öldürdü ve cebinde taşıdığı ilaç kutusuna koydu. İlaç kutusunda sinek, çekirge gibi olta iğnesine taktığı yemler bulunurdu. Sinek ve çekirge olmadığı zamanlarda, taşların altında bulduğu solucanlardan kopardığı parçaları iğneye takardı.
Hava aydınlanmaya başlayınca evden çıktı. İşe gidecek büyük babası daha kalkmamıştı. Olta sırığını ve balık kovasını aldı, dereye koşturdu. Olta iğnesi suya girer girmez aç balıklar saldırıyordu. Yarım saatte balık kovasını doldurdu.
Okula giderken kendisine verilen simit paralarını aynı gün harcamasaydı, bazı günler simit almayıp para biriktirseydi; cebinde biraz parası olurdu, istediği sigarayı alırdı. Ama simitçinin sepetindeki sıcak simitler çok güzel kokuyordu. O şahane simitleri almadan duramıyordu, yemeden duramıyordu. Hem o zamanlar aklında sigara yoktu ki. Aklında sigara olsaydı; bazı günlerde yutkunurdu ama simit almazdı, bu günler için para biriktirirdi. Parası olsaydı bile hiçbir bakkal, ilkokul öğrencisine sigara satmazdı. Babam istiyor diyerek sigara isteyemezdi. Babasının Üçüncü içmediğini, filtreli Samsun içtiğini bakkal amca biliyordu. ‘Amcan istiyor’ da diyemezdi. Amcasının filtresiz Bafra içtiği herkes biliyordu. O zaman ne yapardı? Üçüncü sigarası içen Dursun’un oğluna parayı verirdi, o da ‘babam istedi’ diyerek Üçüncü’yü alırdı. Kafayı çalıştırınca çare bulunuyordu ama ne yazık ki parası yoktu.
Amcasının çekmecesinden bir paket Bafra aşırdı. Dursun’un oğlunu buldu, Açmadaki meyve bahçelerinden birine gittiler. Orman ağaçlarının kesilmesiyle kazanılan araziye Açma deniyordu. Açmalara; bazıları meyve ağaçları dikmişti, bazıları ekip biçiyordu. Elma ağacının altına oturdular, keyifle sigaralarını yaktılar, sigarayı sigaraya eklediler. Tütün acısıyla dudakları yanmaya başlayınca içmeyi bıraktılar. Bu günlük bu kadar yeterdi. Kalan sigaraları yarın içerlerdi.
Şimdi, önlerinde iki sorun vardı. Kalan sigaraları nereye saklayacaklardı? Birinci sorun, buydu. Sigara kokusu üstlerine başlarına sinmişti ve nefesleri sigara kokuyordu. Üzerlerindeki sigara kokusunu nasıl yok edeceklerdi? İkinci sorun, buydu.
Sigarayı çalılar arasına saklayamazlardı. Yağmur yağarsa sigara ıslanırdı. Ağaç kavuklarına da saklayamazlardı. Yağmur yağarsa orada da ıslanabilirdi ya da meraklı bir sincap sigara paketini alıp götürebilirdi. Yağmur yağınca ıslanmayacak, kimsenin aklına gelmeyecek güvenli bir yerde saklamalıydılar. Yarın gidip bıraktıkları yerde bulmalıydılar. Yolun altındaki menfeze saklayacaklardı. Yağmur yağınca ıslanmazdı ve hiç kimse ‘burada ne varmış’ diyerek menfeze bakmazdı. Sigara paketini menfezde sakladılar ve üzerine taş parçaları yığdılar. Gören olursa, taşların altında sigara olduğunu anlamayacaktı.
Evlerden oldukça uzakta olan sarımsak tarlasına girdiler. Sarımsakların yeşil yapraklarını ağızlarında çiğneyip çiğneyip tükürdüler. Nefesleriyle gelen sigara kokusunu böyle giderdiler. Sarımsak yapraklarını avuçlarında ezip üstlerine başlarına sürdüler, birbirlerinin sırtlarına sürdüler. Üstlerine başlarına sinmiş sigara kokularını böyle giderdiler.
Menfeze gittiklerinde sigara paketini bulamadılar. Bazı kişilerden şüphelendiler, onlara küfür ettiler. Gece yağan yağmurun suları menfezden geçerken sigara paketini ve üzerine yığdıkları taş parçalarını alıp götürmüştü.
Ortaokul son sınıfa geçince, büyüdüğüne iyice inanmıştı ve özgüveni tavan yapmıştı. Bu özgüvenle yaşıyordu. Evden uzaklaşınca, pantolon cebindeki sigarayı gömlek cebine koyuyordu, ailesine saygıdan dolayı böyle yapıyordu. Yolda karşılaştıklarına ‘selamünaleyküm’ diyordu. Bir gün kahveye girdi, okey oynayanların yanına oturdu, oyun seyretmeye başladı. Onu gören kahveci Musa, kolundan tuttu, kapıya götürdü, kıçına bir tekme vurarak kapı dışı etti. Murat kahvedeyken jandarma gelse, kahveciye çok ağır ceza verirdi. Bir çocuk yüzünden para cezası yemek istemezdi, kahvesinin günlerce kapatılmasını istemezdi. Kahveden kovulan Murat yanından ayırmadığı ayna ve tarağı cebinden çıkardı, saçlarını taradı.
Yaz bitmişti, eylülün ilk günleriydi. Eylülün ortasında okullar açılacaktı. Yaz tatilinin son günlerini yaşamakta olan Murat; hava aydınlanırken balığa gitmiş, balık dolu kovayla eve dönmüş, kahvaltı yapmış, öğleye kadar sürecek uykuya yatmıştı. Öğleden sonra da mezarlıktaki boş arsada peş peşe üç maç yapmıştı.
Babası, yorgun argın eve dönen Murat’a:
-Yarın, mitinge gideceğiz.
Miting sözcüğünü ilk kez duyan Murat:
-Miting ne?
-Ecevit gelecek, konuşma yapacak.
-Bana ne Ecevit’ten. Yarın, işim var.
-Ne işin var?
-Maç yapacağız.
-Her maçta oynamak zorunda mısın?
-Oynamak zorundayım.
-Sen oynamazsan Dünya kupasına katılamazsınız?
-Katılamayız.
-Maçlara gelmeyenler olmuyor mu? Yarın da sen oynamazsın, yerine başkası oynar.
Babasına hak verdi, Murat. Her gün maç yapıyorlardı ama her maça gelmeyenler oluyordu. İşim var deyip gelmeyenler oluyordu, bir yere gideceğim deyip gelmeyenler oluyordu, hastayım deyip gelmeyenler oluyordu, canım oynamak istemiyor diyenler oluyordu. Gelmeyenlerin yerine başkaları oynuyordu, eksik kadroyla oynanıyordu. Bazı günlerde takım kuracak oyuncu bulunamıyordu.
Mitinge gitmeye karar veren Murat, babasına;
-Kaçta gideriz?
-Öğleden sonra gideriz.
Murat’a uygun bir saatte gideceklerdi mitinge. Hava aydınlanırken balığa gidebilecekti, kovasını balıkla doldurabilecekti ve öğleye kadar uyuyabilecekti.
***
O mitingle siyasete adım atmıştı ve siyaset tozunu o mitingde yutmuştu. Babasıyla birlikte siyaset ortamlarına giriyordu; partinin il başkanlığına gidiyordu, ilçe başkanlığına gidiyordu, diğer ilçe başkanlıklarına gidiyordu, parti kongrelerine gidiyordu, köylere gidiyordu, siyaset yemeklerine katılıyordu. Bunlardan keyif alıyordu. Balık tutmayı bırakmıştı, top oynamayı bırakmıştı.
Girdiği bu siyaset ortamlarında; bir ortaokul öğrencisinin, bir lise öğrencisinin yaşayamayacağı olayları yaşıyordu, göremeyeceği olayları görüyordu, duyamayacağı olayları duyuyordu.
Bir restoranda akşam yemeğindeydiler. Dört kişiydiler. Üç kişi siyaset konuşurken, Murat, konuşulanları dinliyordu. Yan masadaki üç kişi, yüksek sesle ve kahkahalarla konuşuyordu. Yaptıkları işleri, kazandıkları paraları ve kazandıkları paralarla neler aldıklarını anlatıyorlardı. Ticaretle uğraşan bu kişilerin gürültüleri, diğer kişileri rahatsız etmişti ve tepkiler gelmeye başlamıştı. Ters ters onlara bakanlar oluyordu, homurdananlar oluyordu, işletmeci Sabri’ye şikayet edenler oluyordu. Durumun kötüye gittiğini gören işletmeci Sabri, belindeki tabancayı gizliyormuş algısı yaratmak amacıyla gömleğinin sağ eteğini pantolondan çıkarıp salmış, kollarını göğsünde birleştirmiş, gürültücü masanın yakınında dikilmişti. Garsonlar da gürültücü masanın yakınlarında dolaşmıştı. Gürültü kesilince ortam sakinleşmişti.
Akşamın ilerleyen saatlerinde ticaret masasından siyaset masasına sataşmalar başladı. Siyaset masasından sataşmalara karşılık verildi. İşletmeci Sabri’nin ve garsonların yaklaşmakta olduğunu gören ticaretçiler, hesap istedi. Hesabı ödeyen ticaretçiler kalktılar, sandalyelerini ellerine alarak siyasetçilerin masasına gittiler, oturdular, konuşmaya başladılar.
Murat’ın yanına oturan bir ticaretçi;
-Aslında siz haklısınız. Yapılması gerekenleri yapmaya çalışıyorsunuz. Ama biz de haklıyız. Bizim görevimiz, bu memleketin kaymağını yemektir. Bu görevi yapmak zorunayız, yapıyoruz da.
-Ne iş yapıyorsunuz?
-Ben ve arkadaşlarım Ereğli’de sac tüccarıyız. Sen ne iş yapıyorsun?
-Lise öğrencisiyim.
-Çok güzel. Bizim burnumuz çok iyi koku alır. Siyasi havayı koklarız, seçimi kimin kazanacağını anlarız, hemen ona yanaşırız. Görevimizi yapmak için yani memleketin kaymağını yemek için bunu yaparız. Dün, Demokrat Partideydik. Bugün, Adalet Partisindeyiz. Yarın hangi partide olacağımızı Allah bilir. İktidar partisinde olacağımız, kesindir. Çok konuşarak seni sıktım, öyle değil mi?
-Sıkılmadım, zevkle dinliyorum.
-Saat on birde yani yirmi üçte otobüs kalkacak. Biz de kalkmak üzereyiz. Sac tüccarlarının otobüste ne bok işi var diyeceksin. Haklısın. Bu mevsimde Ereğli yolu sisli oluyor. İçkili kafayla o sisli yollarda araba kullanmak çok tehlikeli. O yüzden otobüsle geldik, otobüsle gideceğiz. Otobüsten inince arabalarımıza bineceğiz, evlerimize gideceğiz.
Kolundaki saate bakan Murat:
-Saat yirmi üç yirmi. Otobüs gitmiştir.
-Gitmez, bizi bekler. Biz, tren beklettik. Otobüs ne ki.
xxx
Milletvekilliğine hazırlanan avukat, bürosundaki ayakçısına:
-Al şu üye dosyasını, incele. Sor, soruştur, önseçimde bana oy vermeyecek üyeleri bul. Onlar adına istifa dilekçeleri hazırlarız, imzalarız. Önseçim gecesi parti binasına gireriz, dilekçeleri işleme koyarız, önseçimde oy kullanamazlar.
Ayakçı:
-Önseçim gecesi parti binasına nasıl gireceğiz?
Avukat:
-Çok kolay. Bir çilingir bulacağız, kapıyı açtıracağız.
xxx
Milletvekilliğine hazırlanan müteahhit, bürosundaki müteahhit arkadaşına:
-Bende çalışan kırk sekiz işçiyi parti üyesi yaptım. Önseçimde bana oy verecekler.
-Sana oy vermelerini nasıl sağlayacaksın?
-Her bir işçiye, farlı işaret konmuş oy pusulası vereceğiz. Sandık açılınca kimin oy verdiği, kimin vermediği anlaşılır.
-Nasıl anlaşılır?
-Verdiğimiz işaretli oy çıkmazsa, o işçi oy vermemiştir.
-Oy vermeyen olursa, ne yaparsın?
-Benden ekmek yiyecek, bana oy vermeyecek. Kıçına tekmeyi yer. Sende kaç işçi var?
-Tam olarak bilmiyorum ama otuzun üzerindeler.
-Çok iyi. Onları da üye yapalım.
-Önseçimden belirli bir süre önce üye olmak gerekmiyor mu?
-Parti tüzüğünde öyle bir hüküm yok. Önseçimden bir gün önce üye olanlar, oy kullanabilir.
-Dediğiniz gibi partinizde dört dörtlük demokrasi varmış! Türkiye’ye de demokrasiyi getirirsiniz.
-Bu partide ‘üye silerek’ siyaset yapanlar da var
xxx
Milletvekilliğine hazırlanan tüccar, memleketten gelmiş hemşerisine:
-Memlekete döner dönmez üye yazmaya başla. Kimi bulursan üye yap. İhtiyarını gencini, karısını kızını, körünü topalını, anasını danasını üye yap. Bu konu benim için çok önemli. Önseçimde gelip bana oy verirler. Al şu üye formlarını.
Üye formlarını inceleyen hemşeri:
-Adres yerine ne yazacağız?
Milltvekilliğine hazırlanan tüccar:
-Memleketteki adresler olmaz. Formları doldur, imzalat, getir. Adresleri burada yazarız.
Hemşeri:
-Bu konu senin için çok önemliyse burada durmanın bir anlamı yok. Bu gece yola çıkayım, memlekete gideyim.
Milltvekilliğine hazırlanan tüccar:
-Çok iyi olur. Git, üye yazmaya başla. Şimdilik şu paraları al, harçlık yaparsın.
Parayı alan hemşeri:
-Ne gereği vardı.
xxx
Yaşadığı, gördüğü, duyduğu olaylar; lise öğrencisi Murat’ı yormuştu, bıktırmıştı, küstürmüştü. Olup bitenleri siyasete yakıştıramıyordu, Sosyal Demokrat siyasete hiç yakıştıramıyordu. Partiye dadanmış bu namussuzlarla nasıl uğraşacaktı, nasıl baş edecekti?
Onların taktikleriyle, onların yöntemleriyle, onlarla baş edemezdi. Siyasette kullanmak amacıyla iki alan seçmişti. Bu alanlardan birinde kendini geliştirecekti. Birinci alan; liman, karayolu, demiryolu, havaalanı, tünel, baraj, köprü gibi konuları kapsayan ‘Alt Yapı’ alanıydı. İkinci alan; petrol, doğalgaz, jeotermal, madenler, endüstriyel hammaddeler gibi konuları kapsayan ‘Doğal Kaynaklar’ alanıydı. Bu alanlardan biri, siyasetinin temelini oluşturacaktı.
Dört gözle beklediği postacı geldi, sınav sonuç zarfını verdi, zarfın açılmasını bekledi. Zarfı açanların üzüntülerine çok tanıklık etmişti. Belki bu arftan sevinç çıkardı, mutluluk çıkardı. O sevinci, o mutluluğu yüzlerde görmek istiyordu.
İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi Jeoloji mühendisliğini kazanmıştı, Murat. Doğal Kaynaklar üzerine eğitim görecekti.
Murat’ın yüzündeki sevinci ve mutluluğu gören postacı:
-Tebrik ederim. Hayırlı olsun.
Jeoloji mühendisliğinin ne olduğunu anlamayan babası İbrahim, şehirde toptancılık yapan arkadaşına:
-Benim çocuk Jeoloji Mühendisliğini kazandı. Ne dersin.
Sık suratla on saniye kadar İbrahim’in yüzüne bakan toptancı:
-İbrahim. Senin çocuk geri zekalı mı? Jeoloji Mühendisliği nedir? İtibarı olmayan, forsu olmayan bir mühendislik. Hiçbir zaman müdür olamaz. Eleman olarak kalır, ezik ezik dolaşır. İstanbullara gidip kayıt yaptırmayın. Beklesin, gelecek yıl Karaelmas Üniversitesi Maden Mühendisliğine başlar.
Toptancının söylediklerini babasından dinleyen Murat, kararını değiştirmedi. Kazandığı, hak ettiği üniversiteye gidecekti.
Üniversite kayıtları başlamadan 12 Eylül askeri darbesi yapıldı. Askeri darbeden birkaç gün sonra Murat’ın babası İbrahim’i gözaltına aldılar, yedi gün tuttuktan sonra mahkemeye çıkarmadan bıraktılar. Mahkemeye çıkarmadan bırakmaları, gözaltına alma olayının, İbrahim ile Alay Komutanı arasındaki husumetten kaynaklandığını gösteriyordu. İbrahim’in bir suçu olsaydı; mahkemeye çıkarılırdı, suçlu olmadığı anlaşılınca mahkeme kararıyla bırakılırdı. Alay komutanı keyfi davranmış, fırsatını bulmuşken İbrahim’i cezalandırmıştı.
İnşaat malzemesi ticareti yapan İbrahim’in yedi gün tutuklu kalması önemli değildi. Müşterileri bıçak gibi kesilmişti. Önemli olan buydu. Gözaltı konusundaki husumeti çok az kişi biliyordu. Geniş kitle, İbrahim’e suçlu gözüyle bakıyordu. Gözleri korkmuş, ‘başımıza bir şey gelir, başımıza bela almayalım’ endişesiyle İbrahim’den uzaklaşmışlardı, alış verişi kesmişlerdi. İbrahim, sinek avlamaya başlamıştı. Bu durum, para sıkıntısının başlayacağı anlamına geliyordu ve Murat’ın üniversite yaşantısını olumsuz etkileyecekti.
Fakülteye kayıt yaptırdıktan sonra fakülteye yakın bir yerdeki Öğrenci Yurduna gittiler, yurt başvurusunu yaptılar. İstenen belgelere bakınca, Murat’a sıranın gelmeyeceğini anladılar. Vergi dairesindeki rakamlar, Murat’ın yurda girmesine izin vermeyecek gibiydi.
Yıllar önce İstanbul’a taşınan ve terzilik yapan arkadaşının telefon numarasını bulmuştu, İbrahim. Kayıt ve yurt başvurusunu yaptıktan sonra onu aradı, verdiği adrese gittiler. Murat’ın kalacağı yer konusunu konuştular, araştırdılar, soruşturdular. Uygun fiyatla kalınabilecek bir yer bulamadılar. Arkadaşının zorda kalmasını istemeyen terzi, ‘arkadaki odada kalsın’ dedi. Terzinin arkadaki ada dediği yer, iki odalı terzi dükkanının diğer odasıydı. Arkadaki odada kumaş topları ve kullanılmayan malzemeler duruyordu. Aynı gün arkadaki odayı boşalttılar, duvarları boyadılar, Murat’ın kullanacağı karyola, yatak, çarşaf, yorgan, terlik, masa ve sandalyeyi aldılar ve arka odayı kullanıma hazır duruma getirdiler.
xxx
Okulun yemekhanesinde yediği öğle yemeği ile gün geçiriyordu, Murat. Sabah kahvaltısı yoktu. Açlıktan midesinin kazındığı soğuk havalarda pastaneye girerdi, bir bardak sütle bir poğaça yerdi. Akşamları arkadaki odasında ekmek ve kuru soğan, yeşil soğan, marul, domates, hıyar, biber, pırasa, havuç gibi pişirilmeden yenebilen mevsim sebzelerini yerdi. Konserve yediği akşamlar da olurdu. Bazen dayanamayacak duruma gelirdi, okulu bırakmayı aklına getirirdi.
Sınav dönemlerinde, Üsküdar’da ailesiyle birlikte oturan sınıf arkadaşının yanına giderdi. Orada kaldığı birkaç günde yemek sorunu olmazdı, düzenli olarak üç öğün yemek yerdi. İranlı sınıf arkadaşının evine gittiği olurdu. Orada bir hafta kadar kaldığı olurdu. İranlı arkadaşına ders çalıştırırdı, kopya hazırlardı. Orada kaldığı günlerde de yemek sorunu olmazdı, üç öğün yemek yerdi. Öğün aralarında çikolata, bisküvi, kurabiye, çay, meyve gibi takviyeler yenirdi.
Yaşadığı yemek sıkıntısı sayılmazsa, Murat’ın İstanbul günleri güzel geçiyordu.
Üniversite eğitiminin yeterli olmayacağını, bilgi birikiminin de önemli olduğunu anlamıştı. Haftalık yayınlanan ARAYIŞ dergisini kaçırmazdı, çıktığı gün alırdı. Haftalık yayınlanan SOMUT gazetesini de kaçırmazdı, çıktığı gün alırdı. Hava güneşliyse, sıcaksa, yağmur yağmıyorsa; Boğaz kıyısına gider, Beşiktaş sahilindeki parkta oturur, gazetesini ve dergisini okurdu. Hava iyi değilse, arkadaki odada okurdu.
Havanın yağmurlu ve soğuk olmadığı bazı cumartesi günlerinde Boğaz boyunca beş kilometre yürür, Galata köprüsünü geçer, Eminönü meydanına varır, denizde sallanan sandallardan balık-ekmek alırdı. O günkü öğlen yemeği, bu olurdu. Kitapçı dükkanlarının vitrinlerine bakarak Cağaloğlu yokuşunu tırmanırdı, Sahaflar çarşısına varırdı. Kitap almazdı ama tezgahlarda sergilenen kitapları tek tek tek gözden geçirirdi. İngilizce yayınlanan günlük gazetelerden ve dergilerden aldığı olurdu. Yeni yayınlanan dergiler çok pahalı olurdu. Ucuza gelsin diye eski tarihli dergilerden alırdı. İngilizce öğrenecekti, dergi tarihinin önemi yoktu.
Taksim meydanına ve İstiklal caddesine de sık giderdi. Atatürk Kültür Merkezinde oynamakta olan oyunları ve oynanacak tiyatro oyunlarına bakardı. Oradan İstiklal caddesine gider, sinemalarda oynamakta olan filmleri incelerdi, oynayacak filmleri incelerdi. Oradan Sovyetler Birliği başkonsolosluğunun önüne giderdi, panolara asılmış fotoğraflara bakardı, onlara imrenirdi.
Taksim meydanındaki çok katlı bir otelde her yıl kitap fuarı açılırdı. Kitap fuarında, yerli ve yabancı yazarlar kitaplarını imzalardı. Bu yılki fuara Kırgız yazar Cengiz Aytmatov katılacaktı ve kitaplarını imzalayacaktı.
Murat, Cengiz Aytmatov adında bir roman yazarı olduğunu İstanbul’da öğrenmişti. İki kitabını almıştı ve okumuştu. Bu iki kitabı fuarda yazarına, Cengiz Aytmatov’a imzalattıracaktı.
İmza günü takım elbise giymiş, kravat takmıştı ve yazarın daha önce okuduğu iki kitabını yanına alarak kitap fuarına gitmişti. Kitap fuarının duvarlarına ‘Cengiz Aytmatov’un gelemeyeceğini belirten’ duyurular asılmıştı. Kitapları imzalattıramamıştı.
‘Köpek, bok yemekten vazgeçmez’ derler. Sovyetler Birliği de bok yemekten vazgeçmiyordu. Başta Aleksander Soljenitsin olmak birçok yazara yaptıklarını, birçok sanatçıya yaptıklarını, birçok siyasetçiye yaptıklarını, birçok bilim adamına yaptıklarını Cengiz Aytmatov’a da yapmışlardı. Yurt dışına çıkmasına izin vermemişlerdi. Belki tutuklayacaklardı, belki sürgüne göndereceklerdi, belki de öldüreceklerdi.
Kendi ülkelerinde demokrasi, hukuk ve özgürlük istemeyenler, dünyaya demokrasi, hukuk ve özgürlük getirebilir miydi? Onlara kim inanırdı?
Daha sonra Sovyetler Birliği konsolosluğu önünden çok geçmişti ama imrendiği fotoğraflara bir kez bile bakmamıştı, Murat. Dünyayı çilehaneye dönüştürenlerle işi olamazdı.
xxx
Üniversiteyi bitirince baba evine döndü. Babasının işleri biraz açılmıştı ama tatmin edici değildi. Karın tokluğuna yaşadıkları söylenebilirdi. Babası her gün üç paket sigara içmeseydi, her gün yetmişlik rakıyı bitirmeseydi, çok daha rahat yaşayabilirlerdi. Üniversiteye başlamadan yaz tatillerinde yaptığı gibi babasının iş yerinde işçilik yapmaya başladı. Partinin ilçe başkanlığına gitti, partiye üye oldu. Yokluğunda partide gelişmeler olmuş muydu, namussuzlar azalmış mıydı? Siyaset ortamlarına girdikçe, merak ettiklerini görecekti.
Partinin Genel Merkezi, Türkiye genelinde üyelik kampanyası başlatmıştı. Partide siyaset yapanlar vatandaşların ayağına gidecekti, onları ikna etmeye çalışacaktı, ikna olanları üye yapacaktı.
İl Genel Meclis üyesi olan Murat’ın babası İbrahim’de köylere gidecekti, vatandaşları parti üyesi yapmaya çalışacaktılar. Üye formu almaya ilçe başkanlığına gittiler.
İbrahim, partinin ilçe başkanına:
-Başkanım. Size oğlumu tanıtayım. Murat. Üniversiteyi yeni bitirdi.
-Hayırlı olsun. Hangi bölümden mezun oldu?
-Jeoloji Mühendisliği.
-Çok güzel. Ne yapmayı düşünüyor?
-Benim işin başına geçmesini istiyordum. İşler kötüye gidince bir işte çalışmasının daha iyi olacağına karar verdik.
-Jeoloji Mühendislerinin çalışma sahası çok geniş. Ayağımızın dibindeki Kömür İşletmesi olabilir, Devlet Su İşleri olabilir, Köy Hizmetleri olabilir, Türkiye Petrolleri olabilir.
-Araştırıyoruz, soruşturuyoruz.
-Ben de araştırırım. Olumlu bir gelişme olursa, sizi ararım.
-Sağ olun başkanım. Buraya iş aramaya değil, Üye Formu almaya geldik. Genel Merkez üyelik kampanyası başlattı. Biz de kendi çevremizde üye yazalım dedik.
-Çok memnum oldum ama Üye Formunu kimin verdiğini bilmiyorum. Yandaki sekreter hanıma sorun, o bilir.
Parmağıyla bir odayı gösteren Sekreter hanım:
-Şu odaya girin, Oltan beye sorun.
Sekreter hanımın gösterdiği kapıya gittiler, kapıyı çaldılar, içeri girdiler. Masanın başında bir kişi oturuyordu. Oltan bey olmalıydı. Oltan beyin karşısındaki koltuklarda üç kişi oturuyordu. Koltuklarından akmışlar, omuzları üzerinde oturuyorlardı. Masa başında sadece kafası görünen Oltan bey, Oflu Hoca fıkrası anlatıyordu. Oltan beyin fıkrası bitince diğeri başladı, o bitirince diğeri başladı, o bitirince diğeri başladı.
Fıkra anlatımları bitince Oltan bey, ukalaca:
-Buyur dayı. Ne istiyorsun?
-Üye Formu istiyorum.
-Üye Formu mu?
-Evet.
-Üye Formunu ne yapacaksın?
-Üye yapacağım.
-Üye yapmanı kim söyledi?
-Üye kampanyası başlatıldı.
-Üye kampanyasını kim başlattı?
-Genel Merkez başlattı.
-Üye Formu yok, dayı.
-Nereden bulabiliriz?
-Ankara’dan bulabilirsiniz.
-Üyelik Formu için Ankara’ya mı gidelim?
-İsterseniz İstanbul’a gidin.
Elleri boş, merdivenden inerken, Murat, babasına:
-Üye Formunu neden vermediler?
-Yeni üye istemiyorlar.
-Yeni üyenin partiye ne zararı var?
-Yeni üye yapılırsa, partideki güçleri azalır. Onun için yeni üye yapmak istemiyorlar.
-Bu adamların içinde nasıl duruyorsun?
-Ne yapayım, oğlum.
Yerel Yönetimlerin bir kolu olan İl Genel Meclisinin adaylarını belirleyecek önseçim yapılıyordu. Partide demokrasi vardı. İsteyen herkes konuşacaktı, görüşlerini ve düşüncelerini açıklayacaktı, ondan sonra seçime geçilecekti. Konuşmalar günlerce sürse bile beklenecekti. Demokrasi böyle buyuruyordu, parti Tüzüğü böyle buyuruyordu.
Otuz ikinci konuşmacı:
-Sevgili arkadaşlarım. Parti içi demokrasinin olduğu tek partiyiz. Bugün demokrasi bayramı var, bugün demokrasi şöleni var. Bu bayramda, bu şölende, görüşlerimi ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Memleketimizde işçi perişan, memur perişan, emekli perişan, köylü perişan. Perişanlar ama gene onlara oy veriyorlar. Bu işte bir yanlışlık var ama durun bakalım ne olacak?
Kırk beşinci konuşmacı:
-Çok değerli partili arkadaşlarım. Demokrasinin havasını içinize çekebiliyorsunuz, özgürlüğün havasını içinize çekebiliyorsunuz. Ne mutlu sizlere. Bu demokrasi havasını yakalamışken, bu özgürlük havasını yakalamışken, sizlere bir şeyler söylemek istiyorum. Hırsızlık, yolsuzluk almış başını gitmiş. Elimde belgeler var, Sayıştay raporları var. Suçsuz insanlar hapis yatarken, hırsızlar, ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar. Hesap soracağız, hesap soracağız, hesap soracağız. Sormayan, namerttir.
Elli dokuzuncu konuşmacı:
-Sevgili Sosyal Demokratlar. Hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum. Sizlere bir soru soracağım. Sıkı durun, soruyorum. Bu dünyada en güzel turşuyu kim yapar? Kafanızı yormayın, söylüyorum. Bu dünyada en güzel turşuyu, benim anacığım yapar. Anacığım, bir akşam memleketten aradı. ‘Ulusoy'a turşu bıraktım, git, onu al’ dedi. Sabah olunca Ulusoy’a, onu aldım. Akşam yemeğine oturunca bizim karıya ‘ulan karı, anacığımın turşusundan koy da yiyelim’ dedim. Yok böyle bir turşu, olamaz böyle bir turşu. Parmaklarımızı yedik. Nasıl olduysa o turşuyu unutmuşuz. Bir akşam aklıma geldi. Bizim karı yemek hazırlarken büyük bir tabak aldım, balkona çıktım, o tabağı anacığımın turşusuyla doldurdum. Bir baktım, anacığımın gönderdiği turşu, küflenmiş. Bizim karı, kavanozun kapağını iyice kapatmamış, hava almış, turşu küflenmiş. Sevgili Sosyal Demokratlar. Şimdi size soruyorum. Benim yerimde olsaydınız; beşinci kattan turşuyu mu atardınız, karıyı mı atardınız. Hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum. Güzel günlerde görüşmek üzere hoşça kalın.
Konuşmaları dinleyen murat, babasına:
-Bu konuşmaların Sosyal Demokrasiyle, yerel yönetimlerle ne ilgisi var?
-Konuşmaları uzatarak son trenin kalkmasını, son otobüsün kalkmasını, üyelerin bıkıp gitmelerini bekliyorlar. Kendilerine yakın üyelerle seçimin yapılmasını istiyorlar.
Saat yirmi ikiye yaklaşırken son konuşma yapılmış, seçime geçilmişti. Üyelerin yarıdan fazlası gitmiş olduğundan seçim kısa sürmüştü. Oy verme işlemi bitmiş, sayıma geçilmişti. Önseçimi denetleyen yargıç, sandalyede uyukluyordu. Ali’ye çıkan oylar Veli’ye yazılıyordu.
Merak ettiklerini görmüştü, Murat. Partide bir gelişme olmuştu. Namussuzlar, daha namussuz olmuştu.